3 Aralık 2011 Cumartesi

Hollywood kadınları

Hollywood kadını keşfediyor
Hollywood filmleri ve kadın dendiğinde akla ilk gelen zengin, yakışıklı bir koca bulmak "aşkıyla" yanıp tutuşan kadınlara dair hikayeler oluyor.

Ancak son dönemlerde bu çizgi yerini başka bir damara bırakıyor gibi. Saatler, Cani ve Mona Lisa Gülüşü böyle düşünmemize neden olan filmlerden sadece birkaçı. Kadınlara dair hikâyeleri anlatan bu üç filmin Hollywood stüdyolarından çıkması, kadının yalnızca bir arzu nesnesi olarak sunulmadığı, ağrısı, samimiyeti olan filmlerin sayısının bizi gelecek için umutlandırıyor.
JANJANLI KADINLARDAN GERÇEK KADINLARA
Çok az film, kadınların özgürlük sorunlarının alt başlıklarına inebilecek kadar cesurdur. Ama zaten, “kadın filmleri” diye tanımlanan yapıtların üretilmesinin temel nedeni de budur. Senarist ve yönetmenlerin, sahici olmayan dertleri vardır ve onların en büyük başarısı bu dertleri sahiciymiş gibi izleyiciye yutturmaktır! Gerçek anlamda “ağrısı” olan sinemacıların sayısı ise gerçekten azdır. Hele, Hollywood piyasası söz konusu olunca, iş daha da acınası bir noktaya geliyor. Geçen haftalarda Hollywood’un, orta yaşı devirmiş kadın oyuncuları, yaşları ilerledikçe, kendilerine gelen film tekliflerinin iyice azaldığını, unutulmaya başladıklarını; ancak erkek oyuncular için durumun aynı olmadığını söyleyerek sitem ettiler. Sanki, yıllarca Hollywood’da çalıştıklarının farkında değillermiş gibi dert yanan bu kadın oyuncular, canlandırdıkları karakterlerin, çoğu kez edilgen, pısırık, genel geçer ahlaki değerlerin temsilcisi, özgürlüklerinin erkeklerin iki dudağı arasında olduğunu unutmuş gibiler. Bu karton tiplerin dışında gerçekçi karakterlere rastlamak için çok beklemek gerekiyor.
Saatler ve kadınlar
Kadın filmleri dendiğinde zengin, yakışıklı bir koca bulmak “aşkıyla” yanıp tutuşan kadınlara dair hikayeler ilk akla gelenler oluyor. Jennifer Lopez’in başrol oynadığı Darısı Başıma (The Wedding Planner), Aşk Masalı (Maid in Manhattan) gibi filmlerde, kadınların geleceği birlikte olacakları erkeklere bağlanarak yalancı bir romantizmin edebiyatı yapılıyor. Özellikle Aşk Masalı, bir otelde kat görevlisi olarak çalışan bir kadının, ünlü bir politikacıyla yaşadığı aşkı ve evlenerek sınıf atlamasını anlatıyordu. Lopez’in popülaritesi üzerine kurulan bu filmleri daha sinema salonundan çıkmadan unutabilirsiniz.
Oysa, Michael Cunningham’ın romanından uyarlanan, yönetmenliğini Stephen Daldry’in yaptığı Saatler (The Hours), kadınlara, özellikle Virginia Woolf okurlarına çok şey ifade eden bir filmdi. Daha filmin ilk sahnesi, psikolojik sorunlarıyla baş edemeyen, hayatın yükü altında ezilen “modern” bir kadının, modern Batı edebiyatının en önemli isimlerinden birinin, intihar etmeden önce sevdiği erkeğe bıraktığı dokunaklı veda mektubuyla başlıyordu. Saatler, Cunningham’ın romanına sadık kalarak filme çekilmişti ve hikâye anlatım biçimiyle, kurgusuyla son yıllarda Hollywood’un ürettiği, uçtuya, kaçtıya yüz vermeyen, ender deneysel filmlerden biriydi.
İki ayrı kıtada, üç farklı şehirde yaşayan kadın kahramanların bir gününü paralel kurguyla anlatan film, son bölümünde hikâyeleri ustaca birbirine bağlıyordu. Saatler, gerçekten “ağrısı” olan bir filmdi ve baştan sona Virginia Woolf’un, Mrs. Dalloway adlı romanına göndermeler yapıyordu. Film, dillendirilmesi güç sorunları, yavanlığa, yapaylığa düşmeden izleyiciye ulaştırırken, sorduğu soruların izleyici tarafından yanıtlanmasını istiyordu. Modern dünyanın dayattığı sevgisizlik, doyumsuzluk, yaşanılan zamanın ağırlığına direnme gibi soyut kavramların üzerine giden film, yalın bir finalle sonuçlanıyordu.
Saatler’in oyuncuları Nicole Kidman, Julianne Moore ve Mary Streep performanslarıyla, yüz yaşına geldiklerinde bile Hollywood’da kendilerine oynayacak proje bulacaklarını dünyaya gösterdiler!
Cani kadınlar!
Sinema filmlerinde kadınlar genellikle bir arzu nesnesi olarak sunulur. Cinsel cazibesini yitirmiş her kadın oyuncu, ekstra meziyetleri yoksa, gerçekten oyunculuğa dayalı bir kariyer edinmemişse ya da popülerliğinin dorukta olduğu yıllarda birikim yaparak yapımcılığa soyunmamışsa, zamanı geldiğinde yüzü sinema afişlerinden silinecektir.
Kimi zaman cinsel cazibesiyle oyunculuğunu kusursuz kullanan kadın oyuncuların yer aldığı filmlerle karşılaşıyoruz. Pretty Woman’da bir fahişeyi canlandıran ve saf bir arzu nesnesi olarak izleyiciye sunulan Julia Roberts, Jennifer Lopez filmlerinin esin kaynağı olarak sınıf atlayabilmişti; ama işin aslının hiç de böyle olmadığını herkes bilir.
Yine, Ridley Scott’un Thelma ve Louise’i, “feminist” söylemine rağmen, kadın kahramanlarını marjinal bir maceraya çıkartarak bir uçurumun ucuna sürüklediği, marjinalliği şiddetle birleştirerek, Thelma ve Louise’i erkeklerin merhametine terk etmesi, Hollywood’un kadınlara bakışının hiç de masum olmadığının örneğiydi.

Son yılların modasıysa, filmlerin ilk sahnesine, “gerçek bir olaydan alınmıştır” ibaresinin yerleştirilmesi oldu. Böylece, sinema salonundaki izleyici, daha ilk dakikada, filmin gerçekliğine ikna edilerek filmin etkisi artırılmaya çalışılıyor.
Cani (Monster) adıyla gösterime giren film, Aileen Wournos adlı Amerikalı bir kadının hikâyesini anlatıyor ve Wournos’un hikayesi hiç de Pretty Woman’da olduğu gibi iç açıcı değil maalesef. Daha on üç yaşında tacize uğrayan ve Florida’da otoyol kenarlarında fahişelik yapmak zorunda kalan Wournos’u Charlize Theron canlandırıyor. Yönetmenliğini Patty Jenkins’in yaptığı Cani’de, Charlize Theron, oyunculuğuyla canlandırdığı karakteri inandırıcı kılarken, bir oyuncunun yalnızca arzu nesnesi olmadan nasıl kariyer yapabileceğini örnekliyor.
Wournos’un, kendisine tecavüz ve işkence eden bir müşterisini öldürmesiyle başlayan macerası onu seri cinayetler işleyen bir katile dönüştürecektir. Ancak, hem basın hem de hukuk, Wournos’un, maruz kaldığı taciz ve tecavüzlerin yol açtığı psikolojik bozukluklarıyla ilgilenmek ve buna çözüm bularak kadını yeniden hayata döndürmek yerine, onu cinayet işleyen bir cani olarak kamuoyuna sunacaktır. Hatta, cinayetlerinin sebebi olarak, yalnızca lezbiyen sevgilisine para bulmak olduğu iddia edilecektir. Toplum dışına itilmiş herkese yapıldığı gibi Wournos’un hikâyesi egemenler tarafından çarpıtılarak yazılır!
Yönetmen, olayı Wournos açısından anlatmaya çalışırken, gerçek yaşam hikâyelerinden yola çıkılarak çekilen filmlerde sıkça rastlanan, kişinin dramını abartarak duygu sömürüsü yapma yolunu seçmemiş. Bunun yerine, olabildiğine yalın bir dille erkeklerde aradığı sevgiyi hemcinsinde bulan bir kadının, sevgisini ayakta tutma adına yapabileceklerinin sınırsızlığını, filmin son sahnelerinde sergilemiş.
Erkeklerin kadınlara biçtiği rol kadar kadınların kendilerine hemcinslerine biçtiği rolü içselleştirerek, hayatlarında yapılması ve yapılmaması gereken şeylerin listesini çıkartıp özgürlük alanlarını kısıtlaması da “acıklı” bir durumdur. Çok az film, kadınların özgürlük sorunlarının alt başlıklarına inebilecek kadar cesurdur. Ama zaten, “kadın filmleri” diye tanımlanan yapıtların üretilmesinin temel nedeni de budur.
Hollywood yapımı bir başka kadın filmi Mike Newell’in yönettiği Mona Lisa Gülüşü (Mona Lisa Smile); 1950’li yılların Amerikan toplumunda kadınların, yalnızca iyi bir eş olması için eğitilmesinin karşısında duran ve özgürlük talep eden bir yapım. Julia Roberts’ın başrolü oynadığı film, Ölü Ozanlar Derneği’ni çağrıştırmasına rağmen, kendi içinde tutarlı ve klişeleri yerli yerinde kullanıyor. Wellesley Koleji’nin sanat tarihi öğretmeni Katherine Watson (J. Roberts) fazlasıyla idealize edilmiş bir aydın kadın tipi ve Avrupa sanatına burun kıvıran muhafazakar Amerikan kültürünün aksine, öğrencilerine sanatı, özgürlüğü Avrupa’da aramalarını salık veriyor. Amerikan toplumunun hâlâ sanıldığından daha muhafazakar, baskıcı bir toplum olduğunu ve kadınların, genellikle erkekleşerek çalışma hayatına katıldığını göz önünde bulundurursak filmin işlediği konunun güncelliğini yitirmediğini söyleyebiliriz.
Mona Lisa Gülüşü, Saatler ve Cani’yle karşılaştırıldığında, bir proje filmi gibi gözüküyor. Yerinde kullanılan klişelere, Julia Roberts’ın oyunculuğuyla, popülaritesi, yardımcı rollerdeki kadın oyuncuların başarılı performansı eklenince film, kadınlık zaaflarından kaynaklı diyebileceğimiz bazı seçimlerin, hayatın geri kalanında nasıl olumsuz sonuçlar doğurabileceğini, dolaysız bir dille anlatıyor.
Kadınlara dair hikâyeleri anlatan bu üç filmin Hollywood stüdyolarından çıkması, bizi gelecek için umutlandırıyor. Ama daha önemlisi, kadının yalnızca bir arzu nesnesi olarak sunulmadığı, ağrısı, samimiyeti olan filmlerin sayısının her geçen gün biraz daha artması. Ancak o zaman, kadınların hikâyelerini anlatan filmler, sorunun alt başlıklarına inerek izleyiciyi gerçek sorunlarla yüzleştirecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder