27 Ağustos 2011 Cumartesi

Carl Gustav Jung (1875-1961)

CARL GUSTAV JUNG (1875-1961) Kısaca Jung: Alman asıllı İsviçreli psikiyatr ve psikolog. Psikolojide Psikanaliz akımının önemli şahsiyetlerinden biridir. Freud’un öğrencisi oldu ve daha sonra ondan ayrılarak “Analitik Psikoloji” adını verdiği kendi görüşlerini ortaya attı. Bunun temelinde “arketipler” ve onların ürettiği “semboller” yer alır. Ruh sağlığını kişiliğin bütünleşmesi ve bireyleşmesi olarak anlar. Ona göre bilinç ile bilinçdışının uyumu lazımdır. Bütün ömrünü bilinçdışının anlaşılmasına harcamıştır.


İnsanı tanımak ve iyileştirmek için birinci derecede rüyaların önemine işaret eder. Ömründe seksen bin rüyayı okuyup yorumladığı anlatılır. Halen onun adıyla çalışan bir enstitü vardır. Fikirleri rağbet görmektedir. Düşüncelerini sistemleştirmemiştir. Anlaşılması biraz zordur. Doğruluğuna inanıncaya kadar fikirlerini açıklamadığını ve senelerce onları kanıtlamak için beklediğini söyler. Gerçeğe sadakatinden dolayı yeni fikirlere açık olduğunu söylemiş ve kendinden sonra öğrencilerinin fikirlerini geliştirmesini teşvik etmiştir.
Jung yalnız masa başında oturarak düşünmemiş dünyanın pek çok yerlerini dolaşarak insanları tanımaya çalışmıştır. Teologlar tarafından indirgemecilikle, bilim adamları tarafından da bilimin dışına çıkmakla suçlanmıştır. Jung dinle uğraşan bir aileden gelir. Çocukken akrabalarının hep dini konuları tartıştığı ve fakat hiçbir şey anlamadıklarını görerek dogmatizme karşı çıkmıştır. O dini olguya bir gerçeklik ve anlam katmaya çalışmıştır. Çocukluğundan beri sıra dışı olaylara meraklıdır. Parapsikoloji, simya, astroloji, mitoslar ve ruh çağırma ile ilgilenmiş ve kendisinin dediğine göre nedensellikle açıklanamayan ruhsal olaylara tanık olmuştur. Pek çok rüyasının gerçek olduğunu ve hayatta kendisine yol gösterdiğini söyler. Bütün insanlara rüyalarını anlamaya çalışmalarını öğütler. Ona göre iyileşmenin tek yolu rüyalara kulak asmaktır. Henüz çocukken gördüğü bir rüyadan dolayı Hıristiyanların tanrısından soğumuştur. Gerektiğinde bir hastanın iyileşmesi için Freud veya Adler’in metotlarından da yararlanabileceğini söyleyerek kimseye karşı katı bir tutum göstermez. Çok sade ve mütevazı bir hayat yaşamıştır. İsviçre’de bir gölün kıyısında inşa ettiği bir evde su ve elektrik bağlamayarak yaşamıştır. Hayatta başarılı olduğuna ve hiçbir kompleksinin olmadığına inanarak uzun bir ömür sonunda mutlu olarak ölmüştür.         
Çocukluğu ve tahsili:  Jung İsviçre’de Kesswill’de  Protestan bir papazın oğlu olarak 1875 te dünyaya geldi. Ailesi varlıklı değildi ama ataları ve akrabaları hep rahip idi. Büyük babasının adını almıştır. İlk ve ortaokulda iken sorunlu bir öğrencilik yaşamıştır. Yaşadığı ruhsal olaylar yüzünden bir ara okulu bırakmıştır. Lisede ise parlak bir öğrenciydi. Yazdığı kompozisyonlar öğretmeni tarafından şüphe ile karşılanmış ve bu Jung’u çok üzmüştür. Liseden sonra filoloji ve arkeoloji tahsil etmek istemişse de bundan vazgeçerek Basel üniversitelerinde okuyarak doktor oldu. Daha sonra Zürih’te akıl hastanesinde ve Zürih Üniversitede asistan olarak çalışmaya başladı. Uzman psikiyatr oldu. Üniversitede doçentliğe kadar yükseldi. Bu arada geliştirdiği “kelime çağrışım testleri” ile adını duyurdu. Ki bu buluşu daha sonra kriminal olaylarda kullanılan yalan testlerinin temeli olmuştur. Dünyanın her yerinden konferans çağrıları aldı. Freud’un düşünce ve fikirlerine katıldı onu savunan yazılar yazdı. Ki o zaman Freud henüz kabul görmemiş bir doktordu ve ona taraftar olmak hayli cesaret istiyordu. Freudla tanıştı, onunla dost oldu. Bu beraberliği tam yedi sene sürdü. Birlikte pek çok seyahatler yaptılar ve toplantılara katıldılar. Jung kurulan Uluslararası Psikanaliz Derneğinin başkanı oldu. Feudla Jung baba oğul gibi olmuşlardı. Freud ona büyük umutlar bağlamıştı. Fakat Jung Freud’un her şeyi cinsiyetle açıklayan görüşlerinden ayrılarak karşı çıktı ve yazdığı bir kitapla bunu ortaya koydu. Aralarındaki bağ ebediyen koptu ve bir daha bir araya gelmediler. Jung Freud’u inatçılıkla suçlar ve olaylar karşısında hiç değişmediğini söyler. Bir konuşmasında Freud’un kendisine görüşlerimizde değişiklik yaparsak itibarımız sarsılır diyerek gerçeğe olan saygısının zayıflığını dile getirir. Jung 1909 yılından sonra Akıl hastanesindeki görevinden istifa ederek serbest psikiyatr olarak çalışmaya ve hastalarını iyileştirmeye başladı. 1913 yılında da Zürih Üniversitesindeki görevinden ayrıldı. Çünkü jung resmi görevlerin ve bulunduğu ortamın kendisinin istediği gibi araştırmalar yapmasına, düşünmesine ve fikirlerini açıklamasına müsait olmadığını görmüştü. Hastaların kitaplardaki bilgilere göre ele alınamayacağına, her hastanın başlı başına bir vaka olduğuna, olay karşısında görüş ve düşüncelerin önemimin olmadığına inanıyordu. Bundan sonra kendini tamamen serbest okumaya, araştırmaya ve kitap yazmaya verdi. Dünyayı gezdi Meksika’ya, Cezair’e, Kenya’ya, Hindistan’a gitti yerliler arasında yaladı, onları yakından inceledi ve görüşlerini derinleştirmek için bilgi topladı. Şunu da söyleyelim ki Jung psikiyatriyi seçtiği ve psikiyatr olduğu zaman bu alan henüz yeterli bir saygınlığa sahip değildi. Başka alanda başarılı olabilecekler bu alanı seçmiyordu. Psikiyatri henüz bir bilim haline gelmemişti.         
Okumaları ve etkilendiği kişiler: Jung sadece psikoloji ve psikiyatri alanında kalmış bir kimse değildir. O çok geniş bir alanda okumuş ve araştırmalar yapmıştır. İnsanı ve insanlığı ilgilendiren bütün bilgileri toplamış ve okumuştur. Her alanda yazmıştır. Yirmiden fazla eseri vardır. Felsefe, tarih, dinler tarihi, edebiyat, mitoloji, astroloji, simya, parapsikoloji onun ilgilendiği konulardır. Bu alanlarda ciddi bir bilgiye sahip olmuştur. Hıristiyanlığı bildiği kadar, İslam’ı ve Hint dinlerini de öğrenmiştir. Kenya’da yerlilerle konuştuğunda onun Müslüman olduğuna inanmışlardır. Bütün öğrendiklerini araştırmalarına kullanmıştır. Kant’ı, Goetheyi, Schopenhawr’ı, Nietzsche’yi eserlerinde sevgi ile anar. Onların dehasına hayran olur. Zaten onun sisteminin temeli olan arketipler Platon’un ve Kant’ın düşüncelerinden ilhamını alır.          Arketipler teorisi: “Arketip” Jung’un psikolojiye hediye ettiği bir kavramdır ve onun sisteminin merkezinde durur. Arketip ona göre ruhumuzda doğuştan bulunan ve atalarımızdan miras kalan formlar, kalıplar, imgelerdir. Dünyanın her yerinde insanların benzerhayaller kurmaları ve benzer semboller yaratmaları arketiplerin nesnel bir gerçekliklerininolduğunu gösterir. Arketipler tüketilemez, sonsuzdur. En önemlileri dört tanedir: gölge, anima animus, bilge erkek ve bilge kadın ile kendilik. Kendilik arketipi tanrı imgesi ilebirlikte bulunur ondan ayrılamaz. Gölge arketipi bireysel bilinçdışında bulunduğu halde diğerleri kollektif bilinçdışında bulunur. Arketipler uzun geçmişte atalarımızın yaşadığı ruhsal deneylerin izleridir. Bütün insanlıkta ortaktır. Arketiplerin formları belirlenip tanımlanamaz ancak içerikleri tanınabilir. Bu içerikler de ruhun yarattığı sembollerdir. Dünyanın her yerinde insanların olaylara karşı gösterdikleri ortak tepkiler bu arketiplerin varlığını ispatlar. Bu arketipleri biraz açıklayalım.         
1.Gölge arketipi: Bu, insanın bireysel yanına aittir. İnsanın karanlık, çirkin ve kötü yanındır. Gölge olmadan bir cismin varlığı anlaşılamaz. Gölgesiz bir insan boyutsuzdur. 2.Anima animus. Anima erkekte bulunan kadınsı özelliklerdir. Animus ise kadında bulunan erkeksi özelliklerdir. Buna uyan bir kadın erkek hareketleri göstermeye başlar. Kız çocuklarının babasına, erkek çocuklarının anneye yönelmeleri bundandır. 3.Bilge erkek ve kadın. 4. Kendilik arketipi. Bu en önemli arketiptir. Kendini daire ve kare şeklindeki sembollerle ifade eder. Veya dört ve dördün katları şeklinde ifade eder. Daire şeklindeki sembollere mandala (sihirli çember) denilmektedir.          
Jung’un tipolojisi: Jung dış alemle temasımızı sağlayan yönü bakımından ruhsal faaliyetleri dörde ayırır.
1. Duyum. Bunlar dış alemin varlığından bizi haberdar ederler.
2. Düşünce. Düşünce dış alemden aldığımız duyumların mahiyetini öğrenmeye çalışır.
3. Duygu. Bunlar temas ettiğimiz şeyi hakkında bir değer bildirirler. Onun neye yaradığını söylerler. Onların bizim için ne değer ifade ettiği önemlidir.
4.Sezgi. Gelecek hakkında bir      algılamadır. Vasıtasızdır. Jung’a göre sezgi ile duyum, duygu ile düşünce karşıt kutuplardır.         
Jung bu ruhsal taksime dayanarak insanları duyumsal, sezgisel, duygusal ve düşünsel olarak dört tipe ayırır. Ona göre bu dört tipin her birisi de ayrıca içe dönük ve dışa dönük olarak ayrılabilir. Böylece sekiz tip meydana çıkıyor. Bunlar kesin olmasa da elimizde biriken malzemeyi sınıflandırma gereği bu ayırımları zorunlu kılıyor der.bu tiplerin özelliklerini kitaplarında uzun uzadıya anlatır. Her kes kendi tipine uygun işte çalışmalıdır. Mesela düşünsel tipler ile duygusal tipler karşı karşıyadır. Sezgisel tipler ile duyumsal tipler de karşı karşıyadır. Bir insanda düşünce özelliği gelişmişse duygusal yön zayıftır. Yine bir insanda duyumsal özellik gelişmişse sezgisel yön zayıflamıştır. Büyük düşünürlerin büyük şairler ve sanatkarlar olmaları düşünülemez. Sezgisel tipler olaylara panoramik bakarlar. Tek tek nesnelerin üzerinde durmazlar. Halbuki duyumsal tipler her şeyin üzerinde dururlar. Sezgisel tipler olayları kavrama da hızlı olduklar için insanları ikna etmede zorlanırlar. Bir insanın geliştiği yönü kuvvetlendirirken, zayıf kalan yönü onu çok çabuk etkilenmesine sebep olur. Mesela düşünsel bir tip duygusal olaylar karşısında çabuk heyecana kapılır. Buna karşılık duygusal bir tip de ufak bir düşünceye mağlup olur.          İçedönüklük ve dışa dönüklük ayırımı da Jung’ın ortaya attığı bir kavramdır. Bu kavram insanların yaşadıkları tecrübelere dayanır. Bir insan dış tecrübelere yönelmiş ve daha çok onların üzerinde duruyorsa dışadönüktür. Bir insan da ruhunda cereyan eden olayların üzerinde duruyor ve onların gözlemini yapıyorsa içe dönüktür. Mesela bir portakalın kokusunu ve tadını algılamak bir dış tecrübedir. Ama bir insanın yaptığı kalleşliği veya nezaketsizliği kavramak bir iç tecrübedir.         
Bilinç ve bilinçdışı: Bilinçdışının keşfi ve psikanalizin ruhsal bir sağaltım metodu olarak kullanılması şerefi Freud’e bağlanır. Her ne kadar daha evvel de bundan bahsedilmişse de bunun üzerinde ciddi olarak duran ve psikiyatride temel alan Freud’dur. Erich Fromm bilinçdışının keşfini bir devrim sayar. Ona göre Kopernik nasıl dünyayı evrenin merkezi olmaktan çıkarmışsa Freud da bilinci anlamanın merkezi olmaktan çıkarmış onun saltanatını yıkmıştır. Bunun anlaşılmasından sonra artık olaylara bilinç ve bilinçdışı bakımlardan bakmanın gerekli olduğunu söylerler. Yalınkat bir anlamanın ne kadar güçsüz olduğu meydana çıkıyor.         
Jung bütün ömrünü bilinçdışını araştırmaya ve anlamaya vermiştir. O bilincin merkezinin ego ve bütün ruhsal faaliyetlerimizin merkezinin de kendilik olduğunu söyler. Bir bilinçdışının varlığı kesindir. Bütün olaylar bilincimizde yer almaz. Bazılarının az bazılarının daha çok farkındayız. Yarı bilinçli olduğumuz ve hiç bilincinde olmadığımız olaylar vardır. Farkında olmamak onların etkilerini ortadan kaldırmıyor. Bilinçdışı ruhun ayrı bir katmanı şeklinde anlaşılmamalı. Bilinç ile bilinçdışı birbirini dengeler. Bilinçdışı daima bilincin yaptıklarına ters düşer. Onu ikaz ve irşat eder. Bilinçdışının sesine kulak verilmezse ve bilinçdışı bilinç dışı bilinçli hale getirilmezse bu karşımıza kader ve felaketler olarak çıkar. Bilinçdışının varlığı yine bilinç sayesinde kavranır. Bilincin önemi inkar edilemez. Birisi için diğeri feda edilemez. Bu ikisinin ahenkli ve dengeli beraberliği gereklidir. Eğer bilinçdışı bilinçli hale getirilmezse bilinci basabilir ve o zaman tamamen kişilik parçalanır. Her hangi bir kavramın bilinci kaplamasına o enflasyon (şişme) diyor.         
İnsan uzun devirler boyunca az bir bilinçlilikle yaşamıştır. Bilincin ve bilimin gelişmesi son zamanlarda olmuştur ve insanlığın uzun tarihi yanında pek az yer işgal eder. Çocuk bilinçdışı ile hareket eder. İlkeller bilinç dışına önem vererek ve onunla işbirliği yaparak yaşarlar ve hiç de uygar insandan daha mutsuz değiller. Onlar rüyalarına değer verir ve ondan yararlanır. Tabiatla uyum sağlarlar. Modern insan bunu küçümseyerek ruhunun en önemli yanından yararlanmıyor.         
Psikalanaliz: Psikanaliz insanın bilinçdışına ulaşarak onların farkına varma ile iyileşeceğine inanır. İnsan ruhunda pek çok kompleksler vardır. Bunlar onu rahatsız etmektedir. Kelime çağrışım testleri ile bunların farkına varılabilir. Jung’a göre bu kolay bir iştir. Asıl önemli olan kişinin rüyalarına ulaşmaktır. Onun nasıl iyileşeceğini rüyalar anlatır. Psikanaliz yapan hekimin en başta kendisinin de analizden geçmesi lazımdır. Hekim hastasını iyi tanımak için bu şarttır. Hekim hastasını özel olarak ele almalıdır. Bütün teorik bilgilerini bir yana bırakmalıdır. Hasta bilinçdışı içerikleri hekime yansıtabilir. Hekim bunun farkına varıp etkisi altına girmemelidir. Bilinçdışı içerikleri bilince çıkarmak her zaman işe yaramaz ve tehlikeli de olabilir. Hekim hastanın buna dayanabilip dayanamayacağını düşünerek hareket etmelidir. Hastayı iyileştirmek sabırlı olmayı gerektirir. Jung hastalarının anlam dünyalarını kuvvetlendirmeye çalışır. Eğer bir dine bağlı iseler ibadetlerine teşvik eder. Ruhta meydana gelen zorunlu hayalleri hastalarının resimlerle tasvir etmelerini istemiş birçok hastasını bu yolla iyileştirmiştir. Bugün psikanaliz halen de uygulanmakta ve geliştirilmektedir.         
Psişe bir epifenomen (gölge olay) değildir: Jung psikolojiyi ruhun varlığına bağlı olarak anlıyor. Ruhsal olaylar biyolojik varlığımızın bir yansıması ve gölgesi değildir. Psikoloji bir ruh bilimi olmalıdır. Ruhun varlığı kabul edilmeden insan anlaşılamaz. Ruhsal olayları içgüdülerle ve biyolojik olaylarla ve sadece cinsiyetle izah etmek çok yanlıştır. Bilinçdışında sadece kötü olaylar değil iyi olaylar da cereyan eder. Bütün nevrozların ve ruhsal hastalıkların temelinde ruhsal bir bozukluk vardır. İnsanlar anlam eksikliklerinde bunalıma düşmektedirler. Hayat hakkındaki anlam ruh sağlığı için çok önemlidir. Psikolojinin bir ruh bilimi olarak anlaşılması ve bir ruh bilimi haline getirilmesi lazımdır. Her şey psikolojiden ibarettir. Sonunda her şey algılarımızdan ibarettir. Biz dış gerçekliği algıladığımız için vardır. Somatik ağrıların bile temelinde psikoloji vardır. Histeri vakaları bunu ispatlamaktadır. Yalancı ağrılar olduğu gibi hiçbir bedensel temeli olmayan felçler, sağırlıklar, körlükler görülmüştür. İnsan görmek istemediği için görmez, işitmek istemediği için işitmez ve yürümek istemediği için yürüyemez olabilir. İnsan biyolojik bir makine değildir. Freud’un sandığı gibi içgüdülerle veya davranışçıların açıklamalarıyla anlaşılamaz. İnsanı anlamak için nedenselliğin dışına çıkmak lazımdır. Psikiyatrinin akıl hastasına en fazla yapabildiği şey ilaç vermektir.         
Semboller ve işaretler: Bilinç dışı kendini birçok yolla ifade etmektedir:
1. Rüyalar.
2. Masallar, efsaneler ve semboller.
3. İlham ve vahiy.
4. Yansıtma.
5. Zorunlu hayaller. Bilinçdışı kendini doğrudan ifade etmez. Çünkü ruhta yaşanan tecrübenin anlatılması için bilinç yetersizdir. Bilinçte derinlik ve genişlik yoktur. Bilinç acizdir. Bilinçli anlam sınırlıdır. Tek katlıdır. Bir kelime, bir nesne, bir olgu ancak sembol haline gelirse derinlik kazanır ve güçlenir artık onun anlamına sınır yoktur. Jung belirli anlamı ola şeylere işaret diyor. Sembol ise anlamı belirsizdir. İnsan sembol uydurmak mecburiyetindedir. Başka şekilde olmaz. Ruhumuzda beliren imgeler eğer bir tecrübeden doğuyorlarsa hayatımızı etkileyen ve değiştiren semboller haline gelirler. Bir sembol zamanla anlamanı ve etkisini yitirebilir adeta onun suyu çekilir. O zaman semboller bir işaret haline gelmiştir, bir sözden ibaret olmuştur. Eskiden canlı olan birçok sembol bugün güçsüzdür. Ölen sembolün yerine yenisi geçer. Çünkü insan buna muhtaçtır.         
Semboller insan ruhunda cereyan edenleri en iyi ifade ettiği için bütün sanatlar semboller kullanır. Güzel sanatlar gittikçe yalın katlı bir anlamı ifade etmekten çıkıp soyutlaşmaktadırlar. Kübizm, fütürizm, sürrealizm ve diğer çağdaş akımlar bilinçdışının sanatla ifadesidir. Bizim bilinçli faaliyetlerimizin verimli ve yaratıcı olması için bilinçdışıyla işbirliği yapması ve oradan beslenmesi lazımdır. Yaratıcı bilim ve sanat eserleri bilinçdışının eseridir. Bunlar bilinçle ortaya konulamaz. Bir anda meydana gelen bir söz, bir görünüş ve akt bir yazara veya sanatkara ilham kaynağı olabilir.         
Sembol nedir işaret nedir. İşaret tek bir şeyi ve tek bir anlamı anlatan çizgi, hareket veya nesnedir. Mesela rakamlar veya kelimeler veya trafik levhalarındaki çizgiler birer işarettir. Anlamları belirli ve kesindir. Her kes ayni şeyi anlar. Ama bir inanç ve akide grubunda bazı nesneler, kelimeler, olaylar sembol halindedir. Mesela Müslümanlar için, Kabe veya hilal bir semboldür. Hıristiyanlar için haç bir semboldür.         
Semboller nasıl doğmuştur: Bilinçdışı otonomdur. İrademiz oraya tesir etmez. Onu zorlayamayız. Yaşanan tecrübeler sembolleri zorunlu kılar. Eğer  geçmişte meydana gelen olaylara bu gözle bakmazsak asla onları anlayamayız. Her milletin ve toplumun masalları, efsaneleri, kahramanları vardır. bunları ontolojik olarak anlamaya kalkarsak büyük bir hata işlemiş oluruz. Sembollerin neyi anlatmak istediğini anlamalıyız. İnsanların bazı hareketleri bize efsanelerin nasıl doğduğu hakkında ipuçları verebilir. İnsanlar bazı olayları sembolleştirmek ihtiyacı duyuyor. Görmek istediğini görüyor, olayı değiştiriyor. Ve bunun farkında olmayarak yapıyor. bir kişinin yaptığı bir yorum kısa zamanda bütün toplumda yayılıyor. O olay ve olgu olmadığı halde he kes olmuş gibi görüyor ve anlatıyor. Zihinler buna hazır olduğu için inanılması kolay oluyor. Gerçek kabul edilmiyor. Basit bir misal verirsek bunu anlayabiliriz. Meksika isyancı halk lideri Zapata öldürüldüğünde kimse buna inanmadı. O yaşıyor dağlarda geziyor, Bir gün gelecek dediler. Kimse bir kahramanın öldüğüne inanmak istemez. Hazreti Peygamber öldüğünde Ömer gibi akıllı bir adam bile hayır o ölmedi, kim öldü derse kellesini uçururum dedi. Bu yüzden peygamberler, veliler, kahramanlar, büyük adamlar hakkında halkın muhayyilesi uydurur. Kimse bunların üzerinde düşünmek istemez, buna inanmak zordur. Bunların tevatüren anlatılması bile bunları uydurma olmaktan çıkarmaz. Gustav Le bon Kitlelerin Psikolojisi adlı kitabında bunun misallerini anlatır.         
Ruhsal enerjinin dinamikleri: Jung’un insanın ruhsal durumu hakkında yaptığı çok önemli bir açıklama da fizikte geçerli termodinamik kanunlarının benzerlerini ruhsal alanda göstermektir. O fizikteki kanunların benzerlerini ruhsal alanda bulur.
1. Enantiodromia (çelişki ve zıtlık) ilkesi. Bu ilkeyi kadim Yunan filozofu Herakleitos’tan almıştır. Ruhsal hallerimiz bir uçtan diğer uca gider. Asla ayni halde kalmaz. Bir uca geldiği zaman diğer uca yönelir. Düzen düzensizliğe, çalışmak yorgunluğa, sevgi nefrete, hareket hareketsizliğe dönüşür.
2. Ekivalans (eşdeğerlik) ilkesi. Ona göre birinci ilke ile ruhsal hareketleri açıklamak yeterli değildir. Psişe’nin bir alanında kaybolan bir enerji başka bir alanda ortaya çıkar. Ruhsal enerjimiz görece bir kapalı sistemdir. Potansiyelinizin hangisinden vazgeçerseniz diğerini geliştirme imkanına kavuşursunuz.
3. Antropi (dağınım) ilkesidir. Bu kuvvetler arasında dengeyi sağlar. Fiziksel alemde ısı sıcak bir cisimden soğuk bir cisme doğru akar. Bu ilke Termodinamiğin ikinci kanunundan çıkarılmıştır. Bunun gibi ruhsal alanda da libidonun güçlü bir öğesi güçsüz olana doğru akarak bir denge sağlar. Hiçbir zaman mutlak bir denge meydana gelmez. Mutlak denge ölüm demektir. Biraz düzensizlik ve gerginlik iyidir. Bütün gerginlikler ve huzursuzluklar enerji toplamaya yarar. İnsan ancak gerebildiği kadar oku uzağa atabilir. İnsanı anlamada Jung’un bu görüşleri gerçekten çok yerindedir ve değerlidir.          Bireyleşme safhaları ve kutsalın tecrübesi: Jung’un amacı insanın kendini gerçekleştirmesi, ruhsal bütünlüğünü sağlamasıdır. Bu da ancak bilinç ve bilinçdışının işbirliği ile gerçekleşir. Başta insan bilinci gelişmemiştir. Ego ile kendilik ayrılmamıştır. Her şeyi içgüdüleri ile yapar. Çocukluk döneminden sonra bilinç uyanır ve ego gelişir. Artık birlik bozulmuştur. İnsan gerçeğin farkına varır. Her şeyin güllük gülistanlık olmadığını, zalim, sert ve merhametsiz bir dünyanın varlığını öğrenir. Kendi başınadır. Ego bilincin merkezidir ve büyük bütünlük için egonun ortaya çıkması lazımdır. Ego gelişmezse kişiliğin gelişmesi mümkün olmaz. İnsanın bütünleşmeye başlaması ancak ömrünün ikinci yarısından sonra olur. Bireyleşme kendini anlamak, kendi ayakları üzerinde durmak demektir. Dışarıdan hiçbir şey insana yardım edemez. Bireyleşme ile bireyciliği ayırmak gerekir. Herhangi bir dine veya düşünceye bağlanmak insanı kurtarmaz. İnsanın anlamı kendinde bulması lazımdır. Bireyleşmek kendilik arketipinin meydana çıkması ile gerçekleşir.         
Kendilik arketipi Tanrı imgesi ile birlikte bulunur, ondan ayrılamaz. Fakat ikisi ayni değildir. Numinosumun (kutsalın) tecrübesini yaşayan kimsede kendilik de gelişir. Bütün bilinçdışı içerikler gibi kutsalın tecrübesi otonomdur. İnsan ihtiyar ve iradesine bağlı değildir. İnsan isteyerek bu tecrübeyi yaşayamaz. Bu kendiliğinden insana gelir. Bilinçli değildir. Kutsalın tecrübesi (dini tecrübe) birçok psikolog tarafından incelenmiş ve özellikleri tespit edilmiştir. Rudolf Otto kutsalın tecrübesinin üç özelliğini sayar.
1. Tremendum: bu tecrübenin huşu ve haşyet ve korku ve hiçlik ve kendinden uzaklaşma ve teslimiyetle ortaya çıkmasıdır. Bu iticidir.
2. Fascinosum: bu tecrübenin insanı güzelliği ile sarmasıdır. İnsanı kendine çeker ve onu tekrar yaşamak ister. İnsan bu güzellik karşısında sarhoş olur.
3. Mysterium: bu tecrübenin insanda hayranlık ve hayret uyandırmasıdır.
Gizlilik ve kapalılık ve esrar duygusu vardır. Kutsalın yaşanmasında bazı bakımlardan anlaşsalar da Otto’nun düşüncesi ile Jung’un düşüncesi birçok bakımdan ayrılır. Otto kutsala teslim olmayı ve iradesinden vazgeçmeyi kabul ettiği halde Jung insanın bilinçliliğinin sürmesi gerektiğini söyler. Bilinçlilikten hiçbir zaman vazgeçilemez. Amaç bilincin genişlemesidir. Bilinçdışı içeriklere teslim olma egoda bir şişme meydana getirir. İnsan kendini tanıyamaz olur ve kişilik bölünür. Bilinç olmadan hiçbir tecrübe yaşanamaz. Ve tecrübelerin farkına varılamaz.Jung termendumu Tanrının karanlık yönü olarak adlandırır.         
Jung’a göre din: Jung ruhsal sağlık için dinin gerekliliğine inanır. Din insanı birleştirir ve bütünleştirir. Din bazılarının sanıldığı gibi korkudan doğmamıştır. Gerçek bir ruhsal tecrübenin sonucudur. Hayata anlam katar. Bütün ruhsal bozukluklar ve sıkıntılar anlam eksikliğinden veya yokluğundan doğar. İnsan inanan bir varlıktır. Bir şeye inanması lazımdır. Bu bakımdan Jung tedavi için kendine gelen hastalarına dine bağlılıklarını devam ettirmelerini ister. Din ve tanrı düşüncesi ruhsal enerjinin egoyu kaplamasını ve egonun şişmesini önler. Ruhsal enerjinin, yoğun enerji ile yüklü bilinç dışı içeriklerin ve imgelerin bir şekilde eritilmesi lazımdır. bu yapılmazsa insan kendini tanrı görmeye başlar. Bilinçdışının basmasına uğrar. O Katoliklerin diğer Hıristiyanlardan daha az ruhsal sıkıntılara uğradıklarına inanır. Bir Protestan kiliseyi ve papazı ortadan kaldırarak yalnız kalmıştır. Yalnız Jung dinin ruhsal bir tecrübenin sonucu olmasını ister. Dinin ve sembollerinin bir isimden ibaret olması yani onun diliyle sembollerin işaretlere dönüşmesi dinin kendini gerçekleştirmeye yardımcı olmasını engeller. Bugün din ve dini faaliyetler böyle olmuştur. Birer isimden ibarettir. İnançlar bir anlama ve tecrübeye dayanmalı. İnançlarını muhafaza etmek için anlamı reddeden kimse kendini geliştiremez ve gerçekleştiremez. Dogmalar eğer yaşanır ve ruhta bir içerik kazanırsa ruhsal hayatın öğeleri olabilirler. Buna amplifikasyon (genişleme) diyor. O metafiziği ikiye ayırıyor. Hiçbir olguya ve tecrübeye dayanmayan sadece soyut inançlardan ibaret olan metafizik anlayış ve birde bir olgu ve tecrüben çıkan bir felsefi düşünce anlamında olan metafizik vardır. Birinci anlayışın insana hiçbir yararı olmadığına inanır.          
Senkronizite (eş zamanlılık): Bu Jung’un önemli kavramlarından biridir ve düşüncesinin önemli bir özelliğidir. Bu konuda bir de kitap yazmıştır. Bu kitapta burçların insan davranışları üzerindeki etkilerini inceler. O bu düşüncesi ile Ortodoks bilimin biraz uzağına düşer. Bugünkü bilim anlayışını dar ve yetersiz bulur. Bugünkü bilim tek olanın bilgisine ulaşmıyor ve ulaşmak için bir gayret göstermiyor. O hiçbir zaman olguya dayanmaya bir şey ileri sürmediğine ve hep amprist kaldığına inanır. Bazı olaylar olmaktadır ve insanlar bunların nedenlerini anlamamaktadırlar. Nedenleri anlamamak onları inkar etmeye yetmez. Olaylar arasında anlamlı ilişkiler meydana gelmektedir. Anlamlı rastlantılar vardır. rastlantı bunları açıklayamaz. Bu rastlantılar birkaç tane olursa bir anlam ifade eder. Eş anlamlılığı bir dış olayın ruhsal bir durumla birlikte olması olarak anlar. Buna dair yaşadıklarından birçok misal verir. Bu kadar tesadüfün yan yana gelemeyeceğini söyler. Mesela rüyasında balık görür. Sabahleyin gezerken gölün kenarında ölmüş bir balığa rastlar. Birisini ziyaret eder evde balık resimlerinin olduğu bir tabloyu görür ve öğle yemeğinde sofrada balık vardır. Bunların bir anlamının olduğuna inanır. Meydana gelen bazı olayların tarih öncesi yaşanmış olaylarla ilişkisini kurar. Cinlerin sesini duyduğunu söyler. O tabiatın anlamlı olduğuna, her hareketin bir anlam taşıdığına, varlıkların canlılar gibi bizimle işbirliği ettiğine inanır ve hayatında da bunu yaşar. Ona göre cansız ve anlamsız hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey rastlantılarla açıklanamaz. Var olan varlılar ve ilişkileri anlatmak için rastlantıların ömrü kısadır. Senkronizite nedensellik dışı bağlayıcı bir ilkedir.         
Jung’un Freud’dan ayrılan düşünceleri: Jung hocası Freud hakkında hiçbir zaman menfi bir şey söylememiş ve fakat ondan ayrıldığı noktaları da açıkça ortaya koymuştur. Ama katı ve sert davranan, düşüncelerinde hiç bir değişiklik yapmaya açık olmayan Freud’dur. Halbuki Jung her zaman yeni düşüncelere açık olduğunu daha iyi bir kanıt bulursa ona inanacağını söylemiştir. Kimseyi kendi düşüncelerine inanmaya zorlamamıştır. Freud cinsiyeti ve içgüdüleri psikolojisinin temeline koyar. Jung ise ruhu koyar. Freud bireysel bilinçdışından başkasını kabul etmez. Jung hem bireysel hem kolektif bilinçdışının varlığına inanır. Bilinçdışı içeriklerin hem iyi hem kötü öğeler taşıdığına inanır. Halbuki Freud’a göre bütün bilinçdışı öğeler kötüdür. Kötü oldukları için toplum tarafından yasaklanmıştır ve baskılanmıştır. Toplum onların serbest olmasına izin vermez. Vermediği için nevrozlara sebep olmaktadırlar. Bu bakımdan Freud dinin bir nevroz sebebi olduğuna inanır. Halbuki Jung asıl din olmadığında insanda nevrozların oluşacağına inanır. Din ona göre sağaltımdır. Freud kesinlikle dine karşıdır. Jung ise dinin inanın kendini gerçekleştirmesinde önemli olduğuna inanır. Freud rüyaların geçmişle, Jung ise gelecekle ilgili olduğuna inanır. Freud kişiliği ve karakteri cinsiyetin gelişim safhalarına bağlar. Jung kişiliği psikolojik yapıya dayandırır. Jung hiçbir hastaya tek bir görüşle yaklaşılmayacağını, gerektiğinde Fred’un veya Adler’in düşünce ve metodundan yararlanabileceğini onların da ruhsal tedavide kullanılabilecekleri yerler olduğunu söyleyerek büyük bir hoşgörü sahibi olduğunu ortaya koyar.         
Jung’a muhalefet edenler: Terologlar ve bilim adamları Jung’a muhalefet etmişlerdir. Din adamları Jug’u indirgemecilikle suçlamışlardır. Jung dini tecrübeyi sadece psişede meydana gelen bir olay olarak kabul etmekle onun dış gerçekliğini inkar etmiş olmakta ve böylece bir psikolojizm yapmaktadır. Bazıları Jung’u Freud’dan daha tehlikeli bulmaktadır. Bilim adamları da jung’u bilim dışına çıkmakla suçlamışlardır. Bütün bu suçlamalara Jung ve talebeleri cevap vermiştir. Jung dine bir anlam ve gerçeklik kazandırmak istediğini söylemiştir. O insan psişesinde tanrılığın bir damgasının bulunduğunu söyler. İnsan ruhunda aşkın bir tecrübe yer almaktadır. Bir damgayı gördükten sonra onun bir sahibinin olduğu anlaşılıyor. Fakat tanrılık bir dış gerçek olarak anlaşılamaz. Çünkü içeriksizdir. Bizim tecrübemizin içinde yer almaz. Varlığı ispatlanamaz. Tanrı imgesi bilincin bir icadı ve yaratması değildir. Bizim ruhumuzda hazır olarak bulunur. Tanrı bilinemez, dogmalar hiçbir bilgi vermez.  Bir anlamaya dayanmayan dindarlığın hiçbir kıymeti yoktur. Tecrübe edilmeyen şeyin mahiyeti bilinemez. Ben bir ampristim der. Olguya dayanmayan bir şeyin mahiyetini bilemem. Onun hakkında konuşamam. Bilim adamlarına karşı da karşılaştığı olaylardan bahsettiğini ve bunun bilimsel metotlarla ispatlanmasa da varlığına tanıklık ettiğini söyler. Başkalarının buna inanıp inanmamaları onlara kalmış bir şeydir. Buna kimseyi zorlayamam fakat fikirlerimi açıklamaktan da vazgeçemem. Jung Tanrıya inanıp inanmadığı şeklindeki bir soruya daima kaçamak cevaplar vermiştir. Ona göre ruhta tanrılığın varlığına işaretler vardır.  “Ben Tanrının olduğuna inanmıyorum, olduğunu biliyorum” der.         
Özet ve Jung’un düşüncelerinin önemi:
 1. Jung’un düşünceleri insanlık için halen de önemlidir. Bilinçdışının anlaşılması ve ruhun semboller yaratması gerçeği olaylara tek bir boyutla ve düz bir mantıkla bakmayı ortadan kaldırmıştır.
2. Bilinçdışının önemini kimse Jung kadar anlamamıştır. O bütün ömrünü onu anlamaya vermiştir. İnsanın ruhsal gelişimi için bilinçdışının bilinçle bütünleşmesi lazımdır. Bilinçdışına kulak asılmazsa bu felaketlere sebep olabilir. Dünyadaki birçok bireysel ve toplumsal şiddet eyleminin asıl kaynağı bilinçdışının ihmal edilmesindendir.
3. Psikoloji ve psikiyatri bir ruh bilimi olmalıdır. Ruhsal haller biyolojik ve kimyasal olayların bir yansıması olarak yorumlanmamalı. İnsanda bir ruh vardır. İnsanı davranışlarına bakıp anlayamayız. İnsan hayat bir anlam yükler ve bir amaç için yaşar. Bütün ruhsal bozukluklar anlam yetersizliğinden doğar. İnsan hayatın bir değeri olmadığına, kendisinin boşa yaşadığına inanırsa sıkıntıya düşer.
4. her insanın bir sırrı olmalıdır, her insanın başkalarının bilmediği bir bilgisi olmalıdır. Jung insanlar tarafından anlaşılmamaktan şikayetçidir.
5. Ne Budizm ne Hıristiyanlık ve ne de başka bir din insanı kurtarabilir. İnsan anlamı kendinde bulursa kendini gerçekleştirip ruhsal gelişimini sağlayabilir.
6. Ruhsal sorunların temelinde ahlak ve değerlerle ilgili sorunlar yatar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder