25 Şubat 2012 Cumartesi

DÜNYAYI SARSAN 50 GERÇEK

DÜNYAYI SARSAN 50 GERÇEK
 
BBC Programcısı Jessica Williams, dünyanın röntgenini çekmiş.
Tespitlerini ise "Dünyada Değişmesi Gereken 50 Gerçek" adını verdiği
Bir kitapta toplamış. İşte, dünyayı tersine çeviren 50
gerçek...
 
1- Bir Japon kadını ortalama 84 yıl, bir Botswanalı kadın sadece
39 yıl yaşıyor.
2- Dünyadaki obez nüfusun üçte biri, gelişmekte olan ülkelerde
yaşıyor.
3- ABD ve İngiltere, gelişmiş ülkeler arasında en yüksek erken
Hamilelik oranına sahip.
4- Çin'de 44 milyon kadın kayıp.
5- Brezilya'daki Avon kadınlarının sayısı, asker sayısından fazla.
6- 2002'de idamların yüzde 81'i ABD, Çin ve İran'da gerçekleşti.
7- İngiliz süpermarketleri, müşterileri hakkında hükümetten daha
Fazla bilgiye sahip.
8- AB'deki her inek için verilen günlük 2.50 dolarlık sübvansiyon,
Afrika'nın yüzde 75'inin günlük geçiminden daha fazla.
9- 70'in üzerindeki ülkede aynı cinsten iki kişinin ilişkisi yasak,
9'unda ise cezası ölüm.
10- Dünya nüfusunun beşte biri, günlük 1 dolarında altında gelirle
yaşıyor.
11- Rusya'da yılda 12 binin üzerinde kadın aile içi şiddet sonucunda
hayatını kaybediyor.
12- 1 yılda 13.2 milyon Amerikalı, estetik ameliyat yaptırdı.
13- Kara mayınları nedeniyle saatte bir insan ölüyor ve sakat
kalıyor.
14- Hindistan'da 44 milyon çocuk işçi var.
15- Sanayileşmiş ülkelerde insanlar, günde 6-7 kg katkı maddesi
Yiyor.
16- Dünyanın en çok kazanan sporcusu golfçu Tiger Woods, yılda 78
Milyon dolar, yani saniyede 148 dolar kazanıyor.
17- Amerikalı 7 milyon kadın, 1 milyon erkek yeme bozukluğu çekiyor.
18- 15 yaşındaki İngilizler'in yarısı uyuşturucu kullanmış, dörtte
Biri sigara içiyor.
19- Washington'daki lobi endüstrisinde 67 bin kişi, her seçilmiş
Kongre üyesi için 125 kişi çalışıyor.
20- Motorlu araçlar dakikada 2 insanı öldürüyor.
21- 1977'den bu yana ABD'deki kürtaj kliniklerinde 80 bin şiddet ve
Taciz vakası yaşandı.
22- Mc Donalds'ın altın kemerini tanıyanların sayısı, Hıristiyan
tacını tanıyanlardan fazla.
23- Kenya'da bir ailenin gelirinin üçte biri rüşvete gidiyor.
24- Dünyadaki yasadışı uyuşturucu pazarı 400 milyar dolar.
25- Amerikalılar'ın üçte biri, uzaylıların geldiğine inanıyor.
26- 150'den fazla ülkede işkence var.
27- Her gün dünya nüfusunun yedide biri, yani 800 milyon insan aç
kalıyor.
28- Amerikalı siyah erkeklerin hapse girme ihtimali, yüzde 33.
29- Dünyanın üçte biri savaş halinde.
30- Petrol rezervleri 2040'da tükenebilir.
31- Sigara içenlerin yüzde 82'si gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor.
32- Dünya nüfusunun yüzde 70'i, bugüne dek hiç çevir sesi duymadı.
33- Silahlı çatışmaların dörtte biri, doğal kaynakları ele geçirmek
için yaşanıyor.
34- Afrika'da 30 milyon kişi AIDS.
35- Her yıl 10 dil ölüyor.
36- İntiharla ölenlerin sayısı, çatışmalarda ölenlerden fazla.
37- ABD'de her hafta ortalama 88 öğrenci sınıfa silah getiriyor.
38- Dünyada en AZ 300 bin düşünce suçlusu var.
39- Her yıl 2 milyon genç kız ve kadın sünnet ediliyor.
40- Silahlı çatışmalarda 300 bin çocuk asker savaşıyor.
41- İngiltere'de 2001 seçimlerinde 26 milyon kişi, Pop Idol'un ilk
Sezonunda 32 milyon kişi oy kullandı.
42- ABD, pornografiye yılda 10 milyar dolar harcıyor.
43- ABD, "haydut devlet" diye ilan ettiği 7 ülkeden 33 kat daha
Fazla askeri harcama yapıyor.
44- Dünyada 27 milyon köle var.
45- Amerikalılar çöpe saatte 2.5 milyon plastik şişe atıyor, yani
Her üç haftada bir Ay'a ulaşmaya yetecek uzunlukta şişe birikiyor.
46- Sıradan bir İngiliz, günde yaklaşık 300 defa kameraya
yakalanıyor.
47- Her yıl 120 bin kadın veya genç kız, Batı Avrupa'ya satılıyor.
48- Yeni Zelanda'dan İngiltere'ye uçakla getirilen bir tane kivi,
Atmosfere kendi ağırlığının 5 katı sera gazı salıyor.
49- ABD'nin, BM'ye 1 milyar dolardan fazla borcu var.
50- Yoksul aile çocuklarının psikolojik sorun yaşama ihtimali,
Zengin aile çocuklarına göre 3 kat daha fazla.

40 Hadis

40 Hadis

Allah Rasûlü) "Din nasihattır/samimiyettir" buyurdu. "Kime Yâ Rasûlallah?" diye sorduk. O da; "Allah'a, Kitabına, Peygamberine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün müslümanlara" diye cevap verdi.

Müslim, İmân, 95.




İslâm, güzel ahlâktır.

Kenzü'l-Ummâl, 3/17, HadisNo: 5225.




İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.

Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16.




Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.

Buhârî, İlm, 12; Müslim, Cihâd, 6.




İnsanların Peygamberlerden öğrenegeldikleri sözlerden biri de: "Utanmadıktan sonra dilediğini yap!" sözüdür.

Buhârî, Enbiyâ, 54; EbuDâvûd, Edeb, 6.




Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir.

Tirmizî, İlm, 14.




Mümin, bir delikten iki defa sokulmaz.(Mümin, iki defa aynı yanılgıya düşmez)

Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63.




Nerede olursan ol Allah'a karşı gelmekten sakın; yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlakın gereğine göre davran.

Tirmizî, Birr, 55.




Allah, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur.

Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat, 1/275; Beyhakî, ?u'abü'l-Îmân, 4/334.




İman, yetmiş küsur derecedir. En üstünü "Lâ ilâhe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur)" sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya da imandandır.

Buhârî, Îmân, 3; Müslim, Îmân, 57, 58.




Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.

Müslim, Îmân, 78; Ebû Dâvûd, Salât, 248.




İki göz vardır ki, cehennem ateşi onlara dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz, bir de gecesini Allah yolunda, nöbet tutarak geçiren göz.

Tirmizî, Fedâilü'l-Cihâd, 12.




Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.

İbn Mâce, Ahkâm, 17; Muvatta', Akdıye, 31.




Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü'min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.

Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71.




Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter.

Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58.




İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.

Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu'l-Kıyâme, 56.




Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.

Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8.




Birbirinize buğuz etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin; ey Allah'ın kulları, kardeş olun. Bir müslümana, üç günden fazla (din) kardeşi ile dargın durması helal olmaz.

Buhârî, Edeb, 57, 58.




Hiç şüphe yok ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğru sözlü) diye yazılır. Yalancılık kötüye götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye Allah katında kezzâb (çok yalancı) diye yazılır.

Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103, 104.




(Mümin) kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona yerine getirmeyeceğin bir söz verme.

Tirmizî, Birr, 58.




(Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.

Tirmizî, Birr, 36.




Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.

Müslim, Birr, 33; bn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Hanbel, 2/285, 539.




Allah'ın rızası, anne ve babanın rızasındadır. Allah'ın öfkesi de anne babanın öfkesindedir.

Tirmizî, Birr, 3.




Üç dua vardır ki, bunlar şüphesiz kabul edilir:

Mazlumun duası, misafirin duası ve babanın evladına duası.

İbn Mâce, Dua, 11.




Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.

Tirmizî, Birr, 33.




Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır.

Tirmizî, Radâ', 11; bn Mâce, Nikâh, 50.




Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.

Tirmizî, Birr, 15; Ebû Dâvûd, Edeb, 66.




Peygamberimiz işaret parmağı ve orta parmağıyla işaret ederek: "Gerek kendisine ve gerekse başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üzerine alan kimse ile ben, cennette işte böyle yanyanayız" buyurmuştur.

Buhârî, Talâk, 25, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 42.




(İnsanı) helâk eden şu yedi şeyden kaçının. Onlar nelerdir ya Resulullah dediler. Bunun üzerine: Allah'a şirk koşmak, sihir, Allah'ın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, suçsuz ve namuslu mümin kadınlara iftirada bulunmak buyurdu.

Buhârî, Vasâyâ, 23, Tıbb, 48; Müslim, Îmân, 144.




Allah'a ve ahiret gününe imân eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allah'a ve ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun. Allah'a ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.

Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îmân, 74, 75.




Cebrâil bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki; ben (Allah Teâlâ) komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.

Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140, 141.




Dul ve fakirlere yardım eden kimse, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri (nafile) oruç tutup, gecelerini (nafile) ibadetle geçiren kimse gibidir.

Buhârî, Nafakât, 1; Müslim, Zühd, 41;
Tirmizî, Birr, 44; Nesâî, Zekât, 78.




Her insan hata eder. Hata işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir.

Tirmizî, Kıyâme, 49; İbn Mâce, Zühd, 30.




Mü'minin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hali vardır; O'nun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe (nimete) kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete) uğrarsa sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.

Müslim, Zühd, 64; Dârim", Rikâk, 61.




Bizi aldatan bizden değildir.

Müslim, Îmân, 164.




Söz taşıyanlar (cezalarını çekmeden ya da affedilmedikçe) cennete giremezler.

Müslim, Îmân, 168; Tirmizî, Birr, 79.




İşçiye ücretini, (alnının) teri kurumadan veriniz.

İbn Mâce, Ruhûn, 4.




Bir müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o müslüman için birer sadakadır.

Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Müsâkât, 7, 10.




İnsanda bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.

Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.




Rabbinize karşı gelmekten sakının, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekatını verin, yöneticilerinize itaat edin. (Böylelikle) Rabbinizin cennetine girersiniz.

Telepati Seviyeleri

Telepati Seviyeleri

Hiç düşündünüz mü(?) Bilinmeyenlerle, gizemlerle dolu bir Dünyadayız! Acısıyla tatlısıyla varlığımızı şu an bu Dünyada sürdürüyoruz. Her insan ister istemez bir şeyler düşünür. İnsanoğlu hiç bir şey düşünmeden bir gün duramaz. Ortak düşüncelerimizin çoğu aynıdır.Bedenen ortak düşüncelerimize bir örnek: Sağlıklı olmak. Madden ortak düşüncelerimize bir örnek: Zengin olmak veya başkalarına muhtaç kalmamak... Mutlu olmak... Dünyadaki kişisel ihtiyaçlarımızın neredeyse hepsi hazır ve emrimize âmade.

Telepatinin ne olduğu ile ilgili yazımı “Telepati” yazı makalesiyle sizler ile daha önceden paylaştım! Her şeyin bir seviyesi olduğu gibi telepatinin de bir seviyesi vardır. Bu yazı makalesinde de; Telepati seviyeleri ile ilgili düşüncelerimi sizlere paylaşmaktan mutluyum...

Telepati seviyeleri

Başlangıç seviyesi: Doğmak veya varolmak...

Gelişim seviyesi: Eline, diline, beline hakim olmak. Haddini ve hesabını bilmek...

Bilinmeyen seviye: Gözle görülemeyen; ancak hissedilen, gizemli olan; gizlenen, görünmek istenmeyen veya görülemeyen, unutulan veya unutturulan, hatırlatılan, inançsal tüm düşünceleri kapsayan; tüm var oluş, yok oluş, hem var oluş hem de yok oluşların düşüncelerini algılamak, “O” düşünceler ile hareket etmek... ( Kukla gibi olmak! )

İnançsal seviye: İnanmak istediklerimize inanmak...

İyi ve kötü seviye: İyi ve kötü arasındaki farkları bilmek. İyi düşünen iyi olur. Kötü düşünen kötü olur...

Alt seviye: Düşüncelerin rastgele, istem dışı doğru algılanmasıdır...

Orta seviye: Telepaticiler kimi içtenlikle düşünürse; o kişinin düşüncelerini rahatlıkla algılayabilir...

Üst seviye: Telepaticinin gördüğü veya göremediği herkesin düşüncelerini tümüyle doğru algılamasıdır...

Olağan üstü seviye: Telepaticiler düşünceleri algılamakla kalmayıp; istediği varlıklara (oluşlara) istediği düşünceleri düşündürmeyi, etkileşimi, iletişim kurmayı... ( Kukla olmaktan çıkmak! )

Dünya içi seviye: Dünya içi görülen veya görülemeyen, görünmek isteyen veya görünmek istemeyen, bilinen veya bilinmeyen varlıklar ile iletişim kurabilirler...

Dünya dışı seviye: Dünya dışı görülen veya görülemeyen, görünmek isteyen veya görünmek istemeyen, bilinen veya bilinmeyen varlıklar ile iletişim kurabilirler...

Bütünsel seviye: Tüm bilinmeyenlerin bilinmesi, tüm gizemlerin çözülmesi...

Ruhsal seviye: Var olsa da var olmasa da tüm ruhsal güçlere sahip olmak...

Hayal gücü seviyesi: Düşüne bildiğimiz hayal gücümüz kadar düşüncelere sahip olmak...

Özgür seviye: Düşünülen ve kalben istenen tüm iyi düşüncelerin gerçekleşmesi...

Tam seviye: “O"

Platon

Platon

Platon, yaygın kabule göre M.Ö. 427 yılında doğmuştur. Atina ile Aigina (Pire körfezinde bir ada), doğduğu yer olarak gösterilir. Önce Heraklit’in öğrencisi olan Kratylos’tan ders almış, daha sonra 20 yaşlarında, üzerinde büyük etki bırakan ve felsefesini şekillendiren Sokrates’in öğrencisi olmuştur. Sokrat’ın ölümüyle, öteki Sokratesçilerle birlikte aynı ekole mensup ve Megara ekolünün kurucusu olan Eukleides’in yanına giderek bir süre Megara’da kalmıştır. Kısa süre sonra Atina’ya dönmüş ve dar bir çevre ile öğretim çalışmalarına başlamıştır. Birkaç sene sonra büyük bir yolculuğa çıkmıştır. 

Önce Mısır’a gitmiş, bu antik medeniyet onda büyük bir hayranlık uyandırmıştır. Kyrene’ye uğramış, matematikçi ve astronom Thedoros’un yanında çalışmıştır. Ardından yaptığı Güney İtalya ve Sicilya gezilerinin, Platon’un düşünce hayatı üzerinde derin etkileri olmuştur. İtalya’da bu yörede çok sayıda bulunan Pitagorasçılar ile iletişime girmiştir. Onların arasında geçen günlerden sonra hayata ve devlete karşı daha büyük bir sevgi kazanmıştır. Pitagorasçı etkilerin izleri son eserlerinde görülmektedir. 
Platon’un ailesi, Atina’nın en eski, en soylu ailelerindendir. Ailesinin, Atina’da büyük siyasi nüfuzu vardır. Platon, soyu ve çevresi bakımından tam bir aristokrattır. Asıl adının Aristokles olduğu, cimnastik öğretmeninin, geniş omuzlu olduğu için ona bu anlama gelen “Platon” adını verdiği söylenir. Platon esaslı bir eğitim görmüş, çeşitli öğretmenlerden jimnastik ve müzik dersleri almıştır. Gençliği Atina’nın kültürce çok parlak bir dönemine rastlamış, bu yüksek sanat ve edebiyat düzeyinin de Platon’un gelişmesi üzerinde önemli etkisi olmuştur. Onu çeşitli edebi türlerde eserler yazmaya iten de bu ortam olmuştur. Ancak ileride Sokrates’in etkisiyle edebiyattan uzaklaşacaktır. Günümüze o eserlerinden kalanlar, bir destan parçasıyla birkaç yergisidir.
                      
Platon un Sokrates ile tanışması onun hayatında bir dönüm noktasıdır. 20 yaşında tanışıp, 28 yaşında kaybedene kadar Sokrates ile yakın bir ilişki içerisinde olmuştur. Bundan sonra hemen bütün yazdıklarında hocasına duyduğu derin saygı ve sevgiyi görürüz. Konuştuğu erdemleri yaşayan ve ölümü pahasına da olsa onlardan ödün vermeyen Sokrates’in sağlam karakteri, Platonu çok etkilemiş ve sonuçta eserleriyle hocasına yıkılmaz bir anıt dikmiştir.
Yaptığı yolculuklara devam edersek, üç kez Sicilya’ya gitmiştir. O zamanlar Yunan kolonisi olan Güney İtalya’ya Platon, Atina da tanımış olduğu Pitagorasçıların çalışmalarını yerinde ve yakından tanımak için gitmiş sonuçta matematik ilgisi güçlenmiş ve dini, mistik görüşleri gelişmiştir. Onun felsefesini şekillendiren Sokrates’ten sonraki ikinci büyük öğe olarak Pitagorasçılardan edindiği etkileri sayabiliriz.
Daha sonra, bir tiran olan kral I. Dionysos’un tahtının bulunduğu Sicilya dan Siracusa’ya geçmiştir. Platon’un kendisine sunduğu siyasi ve ahkali ideal ile tutuşan, tiranın genç kayınbiraderi olan Prens Dion ile dostluk kurmuştur. Ateşli ve cömert bir prens olan Dion, Platon’a hayran olmuş, bundan sonra siyasi bir reform planlaması için Platon’u iki kez Sicilya’ya çağırmıştır. Ancak Platon’un yedinci mektubunda anlattığına göre bu yolculuklardan hiçbir sonuç çıkmamış ve filozof, Dion üzerindeki etkisinden rahatsız olan tiran nedeniyle güç durumlarda kalmış, kendini zor bela kurtarmıştır. Özetle Siracusa’dan ayrılmak zorunda kalmış, Atina ile savaş halinde olan Aigila adasına götürülüp köle olarak satılmıştır. Adada bulunan ve onu tanıyan bir Kyrene vatandaşı tarafından satın alınmış, böylece tekrar Atina’ya dönebilmiştir.
İşte bu zamanlarda kırk yaşında iken Akedemos denilen bölgede ünlü okulu Akademi’yi kurmuştur. Ekolü doğu tarafında açılmıştır; Babil den bile gelen öğrencileri olmuştur. Doğunun farklı bölgelerinde konaklamış astronom Eudoxe’un gelişi ile Akademi üzerindeki doğu etkisi artmıştır.
Akademi’de hayatının sonuna kadar ders vermiş, Atina’yı sadece Sicilya’ya iki yolculuk yapması dışında hiç terk etmemiştir.
Platon felsefeye Sokrat gibi toplumsal bir hüviyet vermemiştir; o bunun tersine dünyadan el etek çekerek tilmizlerinin(öğrencilerinin) halkalarında yaşamıştır. Yine de ismini haleleyen saygınlık ile birçok Yunan sitesi ondan yasalar yazmasını istemiş, bunu da birkaç vesile ile yapmıştır.
Son seneleri Dion’un trajik ölümüyle kararmıştır. Platon bütün zihni gücüne sahip olarak ve söylendiğine göre bir akraba düğününde, 348 veya 347’de seksen yaşında vefat etmiştir. Akademi’nin yakınlarında bulunan Seramik e gömülmüştür. 

Felsefesi ve Eserleri 

Platon’un eserlerini anlamak için Platoncu felsefenin tarihsel ilerlemesini bilmek gerekir ancak burada önemli bir nokta vardır: Platon’un bütün eserleri sistematik bir şekilde düzenlenmemiştir ve eksiksizce bitmiş bir plan olarak ele alınmamaları gerekir.
Eserlerini dört gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup, Platon’un idea teorisini ortaya koyduğu büyük eserlerinden önceki onbeş eseri kapsar. Bu yazılarda ilerideki felsefesinin temelini oluşturacak “idea” öğretisi, şurada burada bulabildiğimiz ilk izlerini saymazsak henüz yoktur. Bu ilk diyologlardan en önemlileri Sokrates’in Savunması, Gorgias, Menon ve Kratylos’dir. İkinci grup, yoğunlukla “idea”yı açıklayan eserlerini kapsar: Şölen, Phaidon, Devlet ve Phedre. Özellikle “Devlet” idea öğretisinin en çok anlatıldığı eserdir. Üçüncü grup da, Platon’un bazı değişiklikler yapmak zorunda olduğunu göstererek doktrinini yeniden ele aldığı “eleştiri” diye adlandırabileceğimiz eserleridir: Théététe, Parmenides, Sofist ve Politik. En son dördüncü grup da doktrinin son şeklini arz eden eserlerdir: Philébos, Timée (bitmemiş Kriton ile) ve Yasalar. Günümüzde Platon’a atfedilen bazı mektupların, özellikle büyük önem taşıyan VII. ve VIII. mektupların otantik olduğu genel olarak kabul edilir.          
Platon’un felsefi faaliyetlerini üç döneme ayırabiliriz; bunları da kronolojik olarak öğrenci, gezi ve öğretmenlik olarak sınıflandırabiliriz. Eğer dış etkiyi araştırırsak bu üç dönem Sokratçı dönem, Heraklit ve Elea ekolü tarafından etkilenmiş olduğu dönem, son olarak da Pitagorasçı dönemleridir. Platon, bir problem düşünürü olarak elli yıl boyunca düşünüp yazmış, problemlerle didişmiş, bu arada görüşlerini boyuna geliştirip olgunlaştırmıştır.
Felsefesinin gelişmesindeki ilk dönem, Sokrates’in etkisi altında düşünüp yazdığı dönemdir ki bu döneme “Sokratesçi dönem” ve bu dönemin diyaloglarına da “Sokratik diyaloglar” denebilir. Sokrates’in öğretisi Platon felsefesinin çıkış noktasıdır. Bizi böyle düşünmeye davet eden bizzat Platon’un kendisidir. Sokratçı araştırmanın şekli olan diyalog tarzı altında onu bize açıklamıştır. “Diyalektik” adıyla gösterilen bu araştırma onda “felsefenin” adı olmuştur. Zamanla Platon, hocasını aşarak kendi görüşüne ulaşmıştır. Platon’un bütün diyaloglarında Sokrates sahneye çıkar, bunların pek çoğunda baş sözcü odur. Filozofun ilk diyaloglarında Sokrates, yaşayış ve düşünüşünün tüm gerçekliği ile metindedir. Ve metindekiler belki birebir kendi sözleri değildir ama kendi düşüncelerine çok uygundur. Burada Platon henüz sıkı sıkıya Sokrates’in öğrencisidir; bize hocasının görüşlerini aktarmakta, yaşayış ve davranışını resmetmektedir. Bu ilk diyaloglarında büyük hocasının kişiliğini ve düşüncelerini büyük bir sevgi ve saygı ile belirtmek istemesinin pratik bir nedeni vardır: Bununla Platon, Sokrates’i sofistlere ve onu sofist sananlara karşı savunmak istemiştir. Bu diyaloglar, ayrıca Sokrates’in sofistlere açmış olduğu savaşımın ileri götürülmesidir.
Platon’un Sokrates’ten ayrılıp, kendi felsefesine doğru ilerlemesi yavaş yavaş olmuştur. Bu ilerleme, bir takım basamaklardan geçerek, sonunda Platon felsefesi için temel bir görüş olan idea öğretisine ulaşır. Ama idea öğretisine ulaşınca da, bu öğreti Platon için kaskatı bir dogma olmamış; bir takım gelişmeler geçirmiştir. Önceki hocası Kratylos ve Euthidemos’un etkisi altında Platon tüm algılanır nesnelerin, bilim tarafından bilinemez bir şekilde sürekli bir akış içinde olduklarına kendini inandırmıştır. Diğer taraftan Sokrat’tan da bilimin, eşyanın özünü konu ettiğini öğrenmiştir.
Böylece Platon özde, bilimin değişmez objesini, yani algılanır şeylerden farklı olan objesini görmüştür. Bu özlere İDEALAR adını verir ve algılanır şeylerin ideaların yanı sıra var olduklarını söyler; çünkü eşyalar ancak idealara katıldıkları zaman vardır.
Böylece bilimin konusu olan Öz, maddi olmayan dünyanın algılanır üstü (supra-sensible) bir gerçeğidir. İdea, arketip veya Öz, üç özelliğe sahiptir: Süreklilik, birlik ve saflık.
-Süreklilik
Eşyanın akışı ne olursa olsun özler süreklidir. Sadece algılanır şeyler değişime uğrarlar; oysa öz her zaman aynı kalır.
-Birlik
Öz’ün sahip olduğu süreklilik karakteristiğine bir de ayrılmazcasına birlik karakteristiği eklenir. Şeylerin çokluğuna karşın Öz birdir.
-Saflık
Algılanır şeyler semavi modellerine yani İdea’ya benzemeye çalışırlar ancak bunu tam olarak başaramazlar. Sadece idea saflığa ve mükemmelliğe sahiptir.
Platon algılanır eşyadan ayrı olarak öze İdea adını verir. Süreklilik, birlik ve mükemmellik özelliğinden dolayı İdea eşyanın üstündedir ve “Asli Gerçeğin Dünyasını” oluşturur.
İdealar varlıkların sebebi olduklarından, Platon algılanır dünyanın zirvesinde bizzat İdelerin sebebi olan en yüce ve tamamen mükemmel bir İdeanın bulunduğunu varsaymaktadır.
Phedon’da varlıkların gerçek sebebinin, var olma amaçları olan Mükemmellik olduğunu söylemektedir. Burada söz konusu olan en yüce mükemmellik, tüm varlıklarda ortak olarak bulunan İyiliktir. Ancak Devlet’te İyilik ideası veya tek kelimeyle İYİLİK olarak adlandırdığı bu mutlak prensibin kaynağına ulaşmayı denemiştir.
İyiliğin tefekkür edilişi, insanın eksiksiz dönüşümünün kaynağıdır. İyiliğin, tüm akıllardan üstünlüğü ne şekilde olursa olsun, Platon’a göre bilimin görevi bu üstün şeyi TEFEKKÜR ETMEK ve onunla vecd halinde bütünleşmektir.
Gerçekten bu zor bir görevdir; çünkü Mutlaklık kendi parıltısı altında gizlenir. Nasıl bedenin gözü güneşin görüntüsüne zorlukla karşı koyuyorsa, ruhun gözü olan akıl da, ihtişamıyla göz kamaştırdığından dolayı iyiliğe bakmaktan çekinir. Bununla birlikte istenilen gayret de budur.
İnsan algılanır şeylerden kopmalı, iyiliğin ideasına varıncaya dek idea’dan idea’ya geçerek kavranılır dünyaya yönelmelidir. Söz konusu olan, bütüncül bir dönüşümdür.
O zaman insan, karanlık bir mağaraya hapsedilmiş ve gün ışığını tadabilmek için hapishanesinden ancak yorucu çabalarla çıkabilecek bir mahkuma benzer. Bu, Platon’un DEVLET kitabında sunduğu Mağara miti temasıdır. Bu ünlü alegoride, gördüklerinden başka gerçek tanımayanların içinde bulundukları cehalet durumu, kukla tiyatrosuna benzer görünmeyen taşıyıcıların bir duvarın üzerinden ardı ardına geçirdikleri kuklaları veya hayaletleri bile görmeyen, sadece duvarın arkasında yakılmış bir ateşten dolayı görünür nesnelerin mağaranın dibine düşen gölgelerini görebilen ve görünür dünyayla ilgili hiç bir şey bilmeden çocukluktan beri zincirlenmiş, sırtları duvara dönük bir şekilde yeraltında yaşayanların durumuyla tasvir edilmiştir.
Eğer bu mahkumlardan birini kurtarırsak, bu kişi önce algılanır eşyanın gerçek algılanışını veya gerçek düşünceyi sembolize eden mağaranın içindeki görüntüleri direkt olarak görebilecektir. Oysa bu kişi, önceden vehimlere kapılmıştı ve sadece gölgeleri görebiliyordu. Fakat daha sonra gün ışığına ulaşmalı ve tedrici olarak görünür dünyayı keşfetmelidir; geometri aliminin, ideal özlerini saptamak için tahayyüle ve şekillerin incelenmesine başvurması gibi, zincirden kurtulmuş mahkum da görünür eşyayı doğrudan doğruya görmeden önce yansımalarını ve imajlarını görür; daha sonra bu kişi güneşe bakmadan ve görünür Evrendeki rolünü anlamadan önce gökyüzünü ve hareketlerinin düzenini inceler. İşte buna benzer aşamalarla filozof da algılanır incelemeden objektif tasvire, matematik fiziğinin hipotezlerine ve buradan da Evrenin düzenlenme prensibini yakaladığı İyilik İdeasına yükselir; onu tefekkür ettikten sonra da davranışlarında, hayatında ve sitenin yönetiminde kendi imajını gerçekleştirmeye çalışır.
Aynı şekilde bilginin bilimi aracılığıyla insan kendini yeryüzünde tutan zincirlerden kurtulmalı ve İyiliğin göz kamaştırıcı aydınlığına varıncaya kadar ideal dünyada yükselmelidir.
Tefekkür sayesinde insan akledilir âlemle kaynaşmak için, duyulur âlemden ayrılmaktadır. Yine de Mağara alegorisinde, gün ışığını gören kurtulmuş mahkum tekrar eski bahtsız dostlarının yanına inip onları özgürlüğe çağırır. Bunu yapan kişi, Platon’un bahsettiği politikacıdır. Platon, insanlığın ne zaman kurtulacağı sorusunu, “ya filozoflar kral ya da krallar filozof olduğu zaman” diye yanıtlamaktadır.
İyiliği seyretmiş olan kişi, dönüşüm geçirdiği ve Birey (İndividu) olduğu için sırf varlığı ile, sırf ışığı ile topluluklara yardım edebilir. Buradaki birey terimi, kişiliğini aşmış insan için kullanılmaktadır. Biraz daha açmak gerekirse, insan için bireysel düzlemde iki farklı örgütlenme biçimi bulunmaktadır: Ya kişiliğin maddesel unsurlarının başıboş bırakılması kabul edilir ya da bireyselleşme, yani kozmik düzlemle bütünleşme amacı güdülür. Kısaca insan ya küçük “ben”in yani kişiliğinin egemenliğini kabul eder ya da Kendilik’e ulaşmak için onu dönüştürmeye, yani “aşkın kişilik” haline getirmeye ve “birey” olmaya çalışır.
Bireyleşme çabasını gerçekleştiren her insan, hangi toplumsal sınıfa ait olursa olsun sorumlu ve özgürdür; öyleyse Kaderinin efendisidir. Platoncu Devlet bu amacı gütmektedir.
Aslında birey ve Devlet arasında büyük bir temel fark yoktur; zira Devlet kollektif bir bireydir.
Birey ve Devlet birbirine benzeyen bir gelişmeye sahiptir. Devleti olduğu gibi bireyi de meydana getiren tamamen nicelik ya da maddesel gerçeği aşma kapasitesidir.
Platon için birey, Devlet gibi, bir arketip ve bir ideal için yaşamayı ve savaşmayı başarabilecek güce sahiptir. Nitelik niceliğe üstün geldiğinde birey ve devlet ortaya çıkar.
Buna karşılık “birey” ve “devlet” kavramları ile “toplum” kavramı arasında benzerlik yoktur. Gerçekten de Platon için toplum, maddesel ihtiyaçlarını tatmin edebilme amacı güden kişilerin meydana getirdiği topluluklardır. Hiç bir zaman toplum, üyelerine aşkın bir amacı ve tamamen maddesel düzlemi aşan bir ideali takip etmeyi sunmaz. Platon’un toplumu, günümüzde üyeleri ekonomik hedefler etrafında toplanan ticari toplumu andırır.
Yukarıda bahsedilen, kişinin bireysel düzlemdeki iki farklı örgütlenme biçimi, kollektif düzeyde de bulunmaktadır. İnsanlar ya biraraya gelip sadece hayvani özelliklerini kullanarak yatay bir cemiyet yani toplum oluştururlar, ya da insana özgü (şeref, erdem, fedakarlık) niteliklerini kullanıp Platon’un “Devlet” diye adlandırdığı yapıyı oluştururlar
Birey ve Devlet arasındaki benzerliği en açık bir şekilde anlama olanağını Adalet ideası sağlar. Birey için adalet, akıl tarafından organize edilen nefsin çeşitli bölümleri arasındaki uyumdan doğar. Devlette de adalet, her bölümün kendine özgü görevi yerine getirmesinden doğar. Şu anlamda ki, adalet, Devletin arketipler ve idealar âlemine doğru açılmasıdır. Plâtoncu Devlet, herşeyden önce adaletin sağlayıcısıdır.
Felsefesinin en olgun meyvesini “Devlet” diyalogunda veren Platon’un, Akademi’deki çalışmaları hemen hemen 40 yıl sürmüştür. Bu uzun zaman içinde Akademi’den pek çok değerli insan yetişmiştir. Bunlar Platon’un idealist dünya görüşünü Yunan kültür hayatının ilgileri ve ampirik bilimlerle uzlaştırmaya çalışmışlardır. Platon’un öğrencisi Aristoteles, o öldükten sonra Akademi’de kalmayıp kendi okulunu kurmuş, Yunan felsefesini büyük bir sistem içinde toplamıştır. Platon’dan yaklaşık altı asır sonra yaşayan Yeni Plâtoncu akımın kurucusu filozof Plotinus, onun ideal devletinin bir kopyasını onun adıyla yaşatacağı bir kenti Roma sınırları içinde kurmaya çabalamış, ancak bu girişim sonuçsuz kalmıştır

Albert Einstein

Albert Einstein



Albert Einstein kuşku yok ki, 20. yüzyıla damgasını vuran en önemli şahsiyetlerden biri olmuştur. Teorik fizik ve matematik alanlarında yaptığı bilimsel katkıların yanında, siyasi ve felsefi bir tarafı her zaman ön plandaydı. Dağınık saçlı, dalgın, çılgın bilim adamı tiplemelerinin temel ilham kaynağ
ı olarak, her zaman sıradışılığı ile bilinir. Hakkında birçok efsane ortaya çıkmıştır. 
 Sıradan, az tanınır Orta Avrupalı bir fizikçi iken, geçen yüzyılın başlarındaki sınırlı iletişim araçlarına rağmen bir anda dünyanın tanıdığı bir kişi olan Einstein, özellikle yer çekimine getirdiği yeni bakış açısıyla modern bilimin evrene bakışını kökünden sarsmış ve değiştirmiştir.

Einstein Öncesi Bilim
Einstein öncesi bilim dünyası klasik mekanik (ya da Newton mekaniği) düşüncesi tarafından kontrol edilmiş durumdaydı. Cisimlerin hareketleriyle ilgilenen bu sahanın dışında, cisimlerin elektriksel yükleri ve manyetik özelliklerini inceleyen elektromanyetik alanında, günümüzde de geçerliliğini koruyan Maxwell Denklemleri (4 denklem) biliniyor ve kullanılıyordu. 3. Saha olarak düşünülebilecek termodinamikte, Boltzmann’ın getirdiği açılımlar kullanılmaktaydı.
Klasik mekanik, temel olarak Isaac Newton’ın geliştirmiş olduğu tamamen 3 boyutlu Öklid geometrisinin kullanıldığı teorilere dayanmaktadır. Öklid geometrisi hepimizin lisede öğrendiği üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğu düzlem geometrisidir. Bu geometride yüzeyler düzlemdir ve herhangi bir eğrilik barındıramazlar. Newton yer çekimi;
formülü ile tanımlamıştır. Yani iki cisim arasındaki kütle çekim kuvveti, iki cismin kütleleri çarpımıyla doğru orantılı, cisimlerin arasındaki mesafe ile ters orantılıdır. Fiziksel bütün olaylar mutlak zamanda ve mutlak uzayda gerçekleşir. Newton büyük yankı uyandıran Principia’sında ‘Mutlak, gerçek ve matematiksel zaman, düzenli bir biçimde akıp gitmektedir. Ve haricinde bulunan hiçbir şeye bağlı değildir.’ (1) diyerek zamanı, bir akarsuda akan su gibi tanımlamıştır. Evren, gözleyen tarafından mutlak bir şekilde incelenebilen bir makine olarak tahayyül edilmiştir. Bu geleneğin önemli temsilcilerinden Laplace (2) ‘Belirli bir anda doğada etki eden bütün kuvvetlerin ve belirli bir anda dünyanın temellerini oluşturan cisimlerin bulundukları yerlerin kesin bir tanımına sahip olan beyin (eğer bu kadar çok bilgiyi işleyecek kadar güçlü bir beynin var olduğu var sayılırsa) evrende bulunan en büyük cisimlerden en küçük atomlara kadar bütün hareketleri kavrayabilir. Artık hiçbir şey belirsiz kalmayacaktır. Gelecek ve geçmiş, şimdiki zamanın bilinen ve görünen öğeleri haline dönüşeceklerdir.’ (3) diyerek klasik bilim disiplininin doğaya bakışını anlatmıştır.
Genel olarak temelde bazı hatalar barındıran bu gelenek ve kurucusu Newton hakkında Helena Petrovna Blavatsky (1831-1891) (4) ciddi eleştiriler getirmiştir:
Kütle çekimine kendi içinde bir sebep, bir yasa diyorlar. Biz böyle bir kuvvetin sonuç olduğunu, hatta ikincil sonuçlar olduğunu söylüyoruz… Bir gün ışığın temel teorisi bulunacak ve birçok bilimsel aeon (çok uzun kozmik bir döneme işaret eden antik Yunan kökenli bir kavram) için tarihin tozlu raflarına atılacak.’(5)
Blavatsky, Newton’un kuvvet tanımının üstüne gitmiş, tanımın kapalı olduğunu, Newton’un dediği gibi fiziksel değil de, metafizik bir tanım olduğunu söylemiştir. Kütle çekiminin kütlenin kendinden sahip olduğu bir özellik olamayacağını öne sürmüştür. (6)
Kalsik mekanik disiplininin Galileo tarafından geliştirilmiş bir görelilik kuramı da bulunmaktadır. Hareketli cisimlerin birbirlerine göre hızları, hızların vektörel farkları eşitliğine dayanmaktadır. Dolayısıyla boşlukta yan yana hareket eden iki cismin hangisinin ne kadar hareket ettiğini bulmamız imkansızdır, evrende mutlak bir referans noktası yoktur. Temel olarak ‘herkesin doğrusu kendine…’ şeklinde özetlenebilecek bir kuramdır.
Elektromanyetik alanı daha ilkel olmakla birlikte biraz daha temiz görünmektedir. 1670 yılında Dane Ole Romer, ışık hızını bir miktar hatayla hesaplamayı başarmıştır. 19. yy’ın başında elektrik ile manyetizma arasındaki ilişki bilinir hale gelmiştir. Fakat atomun ve atom altı yüklü ve yüksüz parçacıkların bilinmiyor olması, bu sahanın bir çıkmaza girmesine neden olur.
Termodinamikte Kelvin’in katkıları büyük olmuştur. Teoriden çok, bu dönemde icat edilen buhar makineleri işin mühendislik kısmının gelişmesine neden olmuştur. Fakat bu sahadaki en derin izleri Stefan Boltzmann, termodinamiğin mikrosistemle ilişkili bir mesele olduğunu keşfedip istatistiksel yöntemlere yönelmesiyle bırakmıştır. Bu düşünceleri sebebiyle dönemin önemli fizikçilerinin açık saldırısına ve hakaretlerine uğramıştır (haklılığı kitlesel olarak ölümünden önce anlaşılamamıştır).
EINSTEIN’IN HAYATI
14 Mart 1879‘da Musevi bir ailenin oğlu olarak Almanya’nın Ulm şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Hermann ve amcası Jakop elektrik mühendisidir. Aile iş nedeniyle sık sık şehir ve ülke değiştirir. Bir yıl sonra aile Münih’e göç ederken, iki yıl sonra Einstein’ın hayatında derin izler bırakacak kız kardeşi Maja doğar.
Ailesi genel olarak sessiz bir çocukluk geçiren Einstein’ı 5 yaşında katolik ilkokuluna yollar. Dindar bir Musevi ailenin çocuğu olmamasına rağmen, okuldaki tek Musevi öğrencidir. Fakat yasalar gereği evde Yahudilikle ilgili özel dersler almak zorundadır. Aynı dönemlerde keman dersleri almaya başlar. Müziğe o kadar bağlıdır ki, daha sonraları ‘Eğer fizikçi olmasaydım, müzisyen olurdum.’ der.
On yaşında Luitpold Gymnasium’a kaydolur.(7) Buradaki katı disiplin anlayışına pek ayak uyduramasa da, aldığı Latince ve Yunanca dil derslerinin yanında sanat ve sosyal bilimler konusunda eğitim alır. Pisagor Teoremi’nin yepyeni bir ispatını henüz bu yaştayken yapar, fakat hocalarının kafasındaki başarısız imajı yıkmayı hiçbir zaman başaramaz. Felsefeye hayatının sonuna kadar sürecek olan ilgisi bu dönemde başlar; 13 yaşında kendinden yaşça büyük hekim arkadaşı Max Telmud, anlamakta zorluk çekmediği Kant’ın ‘Saf Aklın Eleştirisi’ kitabını hediye eder.
1894 Haziranında, aile iş nedeniyle İtalya’ya göç eder. Fakat Einstein’ın okulu devam ettiği ve İtalyancası olmadığından İtalya’da eğittimine devam edemeyeceği için Münih’te bırakılır. Bu dönem psikolojik açıdan zor geçer. 6 ay sonra sinirsel rahatsızlığı olduğuna dair bir rapor almak konusunda bir doktoru ikna eder. Raporu okul müdürüne sunduğunda, müdür kısa ve sert bir şekilde okuldan atıldığını bildirir.(8) Ailesinin yanına dönen Einstein’ın, onlara Alman vatandaşlığından ve Yahudi dininden çıkacağını bildirmesi aileyi ve onun için düşündükleri planları yıkar. Bunu yaptığında henüz 16 yaşındadır. Fizik ve matematik okumak üzere Zürih’teki Federal Teknoloji Enstitüsü (ETH – Eidgenössische Techniche Hochshule – Polyteknik) kabul sınavına girer. Sınavın sayısal kısmından yeterli puanı almış olmasına rağmen enstitü yönetimi, yakınlardaki Aarau kasabasında kişisel olgunluğunu tamamlaması için lise eğitimini tamamlaması gerektiğine karar verir. Burada eğitim hayatının tek başarılı dönemini yaşar. Daha liberal bir eğitim anlayışı, düşünmeyi mümkün kılan bir bakış açısı vardır.
Ekim 1696’da ETH’ta eğitime başlar. Burada Hurwitz, Minkowski gibi hocalarla tanışır ve onlardan ders alma imkanı bulur. Fakat okul yönetimiyle yine iyi ilişkiler kurmayı başaramaz. Zekasına herkes saygı duyar, fakat kibiri ve tembelliği onun eksikleridir.
Bu dönemde ilk eşi olacak, kendisi gibi Fizikçi Mileva Maric(9) ile tanışır. Mileva, Einstein’dan birkaç yaş büyük, Sırp asıllı biridir, bu nedenle ailesi (özellikle Einstein’ın annesi) evliliğe karşı çıkar. 1903 senesinin kışında Albert ve Mileva evlenirler. 1 sene sonra ilk çocukları Hans dünyaya gelir.
Bu dönemde genç Einstein okulunu bitirmiştir, fakat hiçbir hocasından tavsiye mektubu alamamış ve işsiz kalmıştır. 1901’de gazların kinetiği hakkındaki çalışmaları yeterli bulunmaz. Bern şehrine taşınır, burada sıradan bir memur olarak patent dairesinde bir iş bulur, ama bu sırada bilimsel çalışmalarından vazgeçmemiştir. 
ANNUS MİRABİLİS(10)
1905 yılı bilim tarihi açısından gerçek bir devrimin yaşandığı bir yıl olur. Bir çok kişiye göre bu tarihteki ikinci “ANNUS MİRABİLİS” (11) olmuştur. Nisan ayında Einstein tezini tamamlar ve 20 Temmuz’da teslim eder. O yıl bilim tarihini derinden sarsacak 6 makale yayınlar. İzafiyet teorisi bu 6 makaleden biridir ve en çok tartışılanı olmuştur. Makalenin kısalığı ve basitliği ilk göze çarpan özelliğidir. Girişinde; “Bu kitapçık genel bir bilimsel ve felsefi bakış açısından kurama ilgi duyan, ama kurumsal fiziğin, matematiksel aygıtı ile tanışık olmayan okurlara izafiyet kuramı üzerine olanaklı en sağlıklı kavrayışı iletmek için hazırlanmıştır… … Kitapçığın, birçoklarına birkaç saatlik esinlendirici düşünce getirebilmesi dileğiyle!(12) Notunu yazarak kitabın dilinin sadeliğine vurgu yapar. Bu makale modern bilimin uzay ve zaman algısını tamamen değiştirmiştir.
UZAY-ZAMAN
Einstein bu makalesiyle zamanı 4. Boyut olarak kabul etmiş ve uzaydan ayrılamayacağını söylemiştir. Bunu yaparken iki temel kabulü (postulate) kullanmıştır;
-Evrenin temel yasaları her yerde ve her koşulda geçerlidir,
-Işık sabit hızda (c=ışık hızı) hareket eder ve hiçbir şey ışıktan hızlı gidemez.
Einstein öncesi bilim açısından zaman herkes için aynı şekilde akan sabit debili bir nehir gibi düşünülüyordu. H.P. Blatavsky,
Zaman biz sonsuz bir sürekliliğe yolculuk yaparken, bizim bilincimizin durumlarının sıralanışı tarafından üretilen bir illüzyondur. İllüzyonun üretilebildiği bilincin olmadığı yerde zaman da yoktur; fakat “uykuya dalar.” “Şimdi”, gelecek dediğimiz sonsuz süreklilikteki bölümün geçmiş dediğimiz bölümden ayrıldığı matematiksel çizgilerden başka bir şey değildir. Hiçbir şey değişmeden kalmadığından, yeryüzündeki hiçbir şeyin gerçek sürekliliği yoktur…”(13) diyerek zamanı nesnesel bir fenomen değil de, bilincin yolculuğu ile ilgili olarak tanımlamıştır. Kurt Gödel(14) de benzer şekilde;
“Değişiklik ancak bir zaman aralığı süresince gerçekleşebilir, fakat nesnel bir zaman aralığının varlığı, gerçeğin, birbirini takip eden var olmaların oluşması olan “şimdinin” sonsuz sayıda katlarının (tabakalarının) birleşmesi olduğu sonucunu doğurur. Fakat eş zamanlılık izafi bir şeyse, hakikat nesnel bir şekilde katlarına (tabakalarına) ayrılmaz. Her gözlemcinin kendine ait bir “şimdisi” vardır…(15)der.
Teoriye göre zaman, her gözlemci için farklı akmaktadır. Hareket eden için zaman yavaş akarken, duran için çok hızlı akmaktadır. Bununla ilgili Einstein’ın meşhur ikiz paradoksu zihinsel deneyi vardır.(16) Bu deneye göre ikizlerden biri bir füze yardımıyla uzaya ışık hızına yakın hızlarda fırlatılır. Diğer ikiz yeryüzünde hareketsiz kalır ve günlük hayatına devam eder. Seneler sonra ikizlerden biri dünyaya geri döndüğünde açık bir şekilde uzaya gidip gelenin (ışık hızına yakın hızlarda seyahat edenin) daha genç, dünyada kalanın daha yaşlı olduğu görülür. Bu durum zaman mefhumunun kendisiyle ilgilidir. Dünyada kalan daha uzun bir süre yaşamıştır. Gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz yıldızlar bizim şu anımızda varlardır, fakat bizim gördüğümüz sadece o yıldızlardan gelen ışıktır (tabi diğer elektromanyetik dalgalarla birlikte). 5 milyon ışık yılı ötedeki bir yıldız sisteminin ışığının bize ulaşma süresinin 5 milyon yıl olduğunu düşünürsek (ve evrenin ortalama yaşının 13-14 milyar yıl olduğunu…), muhtemelen o yıldız sistemi “şu anda” yoktur, en azından bizim gördüğümüzden çok farklıdır. Dolayısıyla zaman ve uzay (mesafe) birbirinden ayrılamayacak iki şeydir. Hareket eden için zamanın yavaşladığını düşünürsek, ışık hızına ulaşan bir cisim için zaman artık akmamaktadır, durmuştur (uykuya dalmıştır). Aynı şekilde, hızlı hareket eden bir nesnenin geometrisi değişir. Hızlı hareket eden bir çubuğun boyu uzar. Fakat biz günlük hayatta bu durumu açık bir şekilde gözlemleyemeyiz. Çünkü hareketlerimiz ve gözlemleyebildiğimiz şeylerin hareketleri ışık hızıyla mukayese edilemeyecek kadar düşük hızlardır. Dolayısıyla rölâtivistlik etki fark edilemeyecek kadar ufaktır.
Genelde teorinin isminden dolayı (izafiyet= görelilik, ya da rölativite), konuya yabancı olanların zihninde nesnel bir şeyin olamayacağı, mutlaklılığın mümkün olmadığı hakkında bir teori olduğu fikrine neden olur. Bu tamamen yanlıştır. Bu fikir Einstein öncesi bir fikirdir. Bu konuda Henry Margenou;(17)
“İzafiyet teorisinin en göze çarpan felsefi önemi, nesnellik problemine verdiği keskin ve açık cevaptır. Doğrunun kabul edildiği şekil olan formalizm, nesnel olmalı ya da gözlemciden bağımsız olmalı; olabildiğince az antropomorformik (18) izler taşımalı…”(19)demiştir. Klasik mekanik nesnellik konusunda başarılı değilken, izafiyet mutlaklığın mümkünlüğünü kanıtlamıştır.
İzafiyetin ikinci temel sonucu, maddenin enerjinin bir formu olduğunun teorik alt yapısını oluşturmasıdır (maalesef atom bombasının mümkünlüğü bu makalenin sonunda anlaşılmıştır). Aslında bu fizik tarihinin en ünlü denklemidir;
E=mc2
Denklem bize, madde ve enerjinin birbirine c2 (ışık hızının karesi= 9x1010 m/sn) ile orantılı olduğunu ortaya koyar. Bu nedenledir ki, çok küçük bir kütle korkunç büyüklükte enerji açığa çıkararak büyük tahribatlar verebilir. Einstein’ın 1905 yılında yayınlanan makalelerinden bir diğer önemli olanı ise fotoelektrik etkinin açıklamasını yaptığı, Mart ayında yayınlanan makalesidir. Bu makale ona Nobel fizik ödülünü getirecektir. Bu çalışması, ışığın dalgalı ve parçacıklı yapısını açıklamayı sağlamıştır. Fotonu keşfetmiştir ve bu konudaki çalışmaları 1916 yılında Amerikalı fizikçi Robert Millikan tarafından deneysel olarak ispatlanmıştır.
1909 yılında Einstein akademik olarak ilk defa göreve başlar. Patent ofisindeki işinden ayrılır. Üniversitede profesör olmuştur. Zürih’te kısa bir süre kalıp Prag’taki Alman üniversitesine geçer. Prag şehrinde Yahudi kimliğiyle yüzleşir. Şehir siyasi ve demografik yönden çok karışıktır. Buradaki Musevi cemaati ile devlet kademeleri arasında bir ara bulucu olma rolünü istem dışı ve doğal bir şekilde üzerine almıştır.
1912 yılında ETH’ye bu kez profesör olarak gider. Bu sıralarda evliliği çok iyi gitmemektedir. Fakat mesleki hayatı iyi durumdadır. Üniversite arkadaşı matematik profesörü Marcel Grossman’la birlikte çalışmaya başlar. Yazacağı yeni makaleye hazırlanmak için matematik dersleri alır. Bir yıl sonra Max Planck’ın (20) Almanya’ya geri dönmesi için yaptığı cazip teklifi Planck’ı tren istasyonunda kırmızı gülle karşılayarak kabul eder. (Beyaz gül teklifi reddeceği anlamına gelir. Teklifi uzun süre düşünür, cevabını bu şekilde vermek istemesi yadırganır ama kabul edilir.)
1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, Avrupa için kötü günler başlar. Avrupa halkları arasında derin bir düşmanlık başlar, bilim ile uğraşan birçok kişi kendini savaşın içinde bulur. Madam Curie, Kızılhaç Ambulansı’nda şoförlük yaparken aldığı yaradan sonra hastanede, Einstein denklemlerini çözen Karl Schwarzchild de aynı hastanede son nefesini verir. Einstein bu dönem savaş karşıtı bir politika izler ve bunu saklamaz. Bu daha sonra birçok düşmanı olmasına neden olur.
İKİNCİ BÜYÜK İŞİ
Einstein 1915 yılında kendisini geniş halk kitlelerinin de tanımasına yol açacak genel “Görelilik” makalesini yazar. Modern fizik için devrimsel bir çalışma olur. Fizikteki iki yüzyıllık Newton iktidarının sonu gelmiştir. Fiziksel bir kuvvetin var olmadığından bahseder, bütün meselenin geometriden başka bir şey olmadığını söyler. Eflatun’un, Atina’daki Akademisi’nin girişinde “Geometriyi öğrenmeden buraya girmene izin verilmeyecektir.” yazmaktadır. Eflatun “Tanrı bir geometridir.” der. Aslında evreni geometriyle açıklama yöntemi yeni değildir fakat kullanılan geometri değişmiştir. Öklid yaklaşık iki bin yıl önce “elemanları” yazmış, temel geometrinin bilinen en büyük yapıtını bilime kazandırmıştır. Fakat Öklid’in geometrisi düzlem geometrisidir. İki nokta arasındaki en kısa mesafe bir doğru olarak tanımlanır ve sadece bir tane en kısa çizgi (geodesic) bulunur. Einstein, arkadaşı Grossman’dan çok şey öğrenir, özellikle tensor ve Reinmann Geometrisi hakkında… Reinmann Geometrisi’nde yüzeylerin düzlem olması gerekmez. Yüzeyler eğri olabilir. Dolayısıyla iki nokta arasındaki en kısa mesafenin doğru parçası olması garanti değildir. Mesela dünya üzerinde iki nokta alalım. Anlaşılması kolay olması bakımından bunlar kutup noktaları olabilir. Dünyanın şeklini gözden geçirdiğimizde bu iki nokta arasındaki en kısa mesafenin eğri olduğu fark edilir. Hem de sonsuz sayıda eğri çizilebilir ki bunların her biri birbirine eşit ve en kısa olacaklardır. (Boylamlar gibi…) Özel görelilikten sonra anlaşılmıştır ki, artık 3 boyutta değil 4 boyutta uzay-zamanda çalışmak gerekecek, bunun sonucu olarak vektörlerle değil onların daha fazla boyutlusu olan tensorlar genel göreliliğin eli ayağı olmuştur.
Özel görelilikte sabit hızla giden nesnelerle ilgilenen Einstein, ivmelenen (hızı sabit olmayan) cisimleri incelemiş, yer çekimi etkisiyle ivmeli hareketin birbirine eşit olduğunu fark etmiştir. Cismin doğrultusunun değişiminin ivmelenmek olduğunu ve bunun kütlenin varlığında gerçekleştiğini anladıktan sonra, kütlenin aslında uzayda eğrilik yaratan bir etki olduğu sonucuna varır. Yani uzay Öklid geometrisindeki gibi düz değil, kütle olan bölgelerinde eğridir. Dolayısıyla ışık da bu eğrilikten etkilenecektir (Newton’un yerçekimi teorisine göre sadece kütlesi olanlar kütle çekiminden etkilenirdi ve ışığın kütlesi yoktu). Hatta evrende o kadar büyük kütleler -uzayda eğrilikler- vardır ki içinden çıkmanın mümkün olmadığı büyük çukurlar oluştururlar ve o bölgeden ışığın çıkması bile mümkün olmaz. Bu bölgeler kara deliklerdir; yani ışığın bile çıkmasının mümkün olmadığı büyük kütleler…
Einstein’ın modelinde kuvvet diye bir şey tanımlanmamıştır. Einstein denklemleri sırasıyla;

şeklinde tanımlanır. İlk denklemin bir tarafı kütle diğer tarafı geometridir. Yani kütle geometriyi değiştirir ve nesneler eğrilen uzayda ilerler.
ŞÖHRET
I. Dünya Savaşı yeni bitmiştir. Einstein eşi Mileva’dan boşanmış, ikinci eşi Elsa ile evlenip iki üvey çocuğuyla yaşamaya başlamıştır. Prusya Bilimler Akademisi’nin bir üyesidir. Berlin Kaiser Wilhelm Fizik Enstitüsü’nün başkanıdır, ama henüz kitlelerin tanıdığı biri olmamıştır. 29 Mayıs 1919’daki Güneş tutulması esnasında Merkür gezegeni Güneş’in çok yakınında olacaktır. Eğer gerçekten Einstein haklıysa Merkür’den gelen ışıkların, normal yörüngesinden sapmış olarak gelmesi gerekecektir. Arthur Eddington başkanlığındaki bir İngiliz ekip tutulmayı izlemek için Güney Afrika’ya gider ve tutulmanın fotoğraflarını çeker. Fotoğraflardaki durum Newton’un yerçekimi kanununa göre açıklanamayacaktır. 6 Kasım 1919 günü İngiliz Kraliyet Akademisi tarihi açıklamasını yapmak zorunda kalır. İngilizler savaşı kazanmıştır; fakat Newton değil, Einstein haklıdır. Newton’un yerçekimi teorisinin yanlışlığının ortaya çıkması bir anda bütün dikkatlerin Einstein üzerine toplanmasına neden olur. Yardımcısı deney sonucunu Einstein’a söylemek üzere odasına girdiğinde Einstein sakince “Şüphen mi vardı?” der. Bükülmüş evren teorisi ve genç bilim adamının haberleri gazetelerin ilk sayfalarında görünür ve Einstein ömrünün sonuna kadar sahip olacağı şöhreti ve saygınlığı bu şekilde kazanır (21).
Bundan sonra Einstein için bazı zor zamanlar yaşanır. Savaş nedeniyle galip devletler Alman bilim adamlarına ambargo koyar; uluslararası toplantılara çağırmazlar; dolayısıyla Einstein da bu toplantılara davet edilmez. Almanya içindeyse; mağlubiyetin faturası Yahudi kökenlilere çıkarılır. Özellikle Almanya içinde bir grup antisemitik, Einstein’ın Yahudiliği üzerine çok gider. Einstein bu dönemden sonra politik bir figür haline gelir. Siyonizm hakkındaki düşüncelerini açıkça söylemeye başlar. Bir söyleşisinde bir gazeteye
Eğer başarılı olmaya devam edersem, İngilizler için İsviçreli bir Yahudi, Almanlar içinse bir Alman olacağım. Eğer başarısız olursam İngilizler için pis bir Alman, Almanlara göre İsviçreli bir Yahudi olacağım”(22)der.
1922 yılında, Japonya gezisi sırasında daha önce aday gösterilip alamadığı Nobel Fizik ödülünü, fotoelektrik üzerine yaptığı katkılardan dolayı aldığını öğrenir. Einstein izafiyetle ilgili Nobel almamıştır.
1920’li yılların son çeyreğinde standart kuantum teorisi ortaya çıkar. Einstein, kuantum teorisinin kuruluş aşamasına yaptığı çalışmalarla çok büyük yararlar sağlamasına rağmen kuantum teorisinin kesinsizliğine kızar ve meşhur sözünü söyler: “Tanrı zar atmaz”. Ömrünün sonuna kadar kuantuma inanmaz. Max Born, Einstein’ın bu tavrına karşılık “liderimizi kaybettik” der. Nihels Bohr (23) ile yaptığı sert tartışmalar, kuantum teorisinin muhtemel eksikliklerini bulmak için yaptığı çalışmalarla bile kuantum fiziğinin temelinde sağlamlaşmasını sağlar. Kuantum mekaniği, bu kadar zeki bir muhalefet ile karşılaşmamış olsaydı belki de, bu kadar sağlam olmayabilirdi.
1933 yılında Nazi Partisi Almanya’da iktidara gelir. Einstein için hayat daha da zorlaşır. Bunun üzerine Elsa ve üvey kızlarını, bakıcılarıyla birlikte alarak Amerika’ya göç eder ve Prinston’da Institute of Advanced Study’de profesörlüğe başlar.
II. Dünya Savaşı kapıdadır. Einstein bazı kararsız metallerin ışıma yapabildiği bilgisini alınca, 1939 Ağustos’unda Amerikan Başkanı Roosevelt’e atom bombasının yapılabilirliği ve tehlikeleri hakkında o meşhur mektubu yazar. Savaş sırasında Alman ajanı olma ihtimali düşünülür ve takibe bile alınır. Atom bombasının yapılması için başlatılan Manhattan Projesi’ne katılması teklif edildiğinde şiddetle reddeder.
18 Nisan 1955 tarihinde Princeton Hastanesi’nde hayata gözlerini yumar. Hayatının son dönemini fizikteki dört temel kuvvetin ortak kökünü araştırmakla geçirir. Ancak bu konuda başarılı olamaz. Renkli kişiliği ile yaşadığı dönemde ve sonrasında her zaman gündemde kalmış, insanlık tarihini derinden etkilemiş bir kişidir. Bilimsel dünyada gördüğü saygıyı diğer alanlara da yaymış ender kişilerden biridir. Hayatı boyunca savaş karşıtı olmuş, bu durum her gittiği ülkede başına dert olmuştur. II. Dünya Savaşı bittiğinde “Barış değil, savaş kazanıldı.” diyerek savaşa karşıtlığını bir kez daha dile getirmiştir. Savaşın ciddiyeti ve atom bombasının yıkıcılığı üzerine 1946 yılında bütün dünya devletlerinin birleştirilmesini ve bir konfederasyon ile dünyanın yönetilmesi gerektiğini bildirmiş, bunun gerçekleşmesi için de aktif biçimde çalışmıştır. 1952 yılında Weizmann tarafından İsrail’in cumhurbaşkanlığı önerildiğinde kibarca reddetmiş, “Hayatım denklemlerle politika arasında gidip geldi, ama ben denklemleri seçtim.” demiştir.
EİNSTEİN VE DİN
Sayılara olan sonsuz güvenini vurgularken, “Ben yaşayan son Pisagorculardanım.” demiştir. Genel olarak birleştirmeye yönelik tavrı dikkat çeker. Siyasi hayatında, bilimsel hayatında ve felsefi görüşlerinde bunu açık şekilde görürüz. Dinle bilimi konuştuğunda ikisinin de gerekli olduğunu söyler. Bilimi, “Algılarımızla yaşadığımız şeyler arasında kurallarla bağlantı kurabilmek için kullanılan yöntemli düşünme” olarak tanımlarken, din için “Din idealleri gelenekler üzerine öğretici bir yön getirerek, bazı kolay kavranabilecek düşüncelerin ve yazıların (epik ve mit) ortaya çıkmasını ve gelişimini elde etmeye çalışır… …bilimle ters düşen genelde dini inanışların bu mitsel veya daha çok sembolik içerikleridir.” demektedir. Einstein Tanrı’yı “bütün hayatın hâsıl olduğu Kozmik güç” olarak düşündüğünü söyler.(24)
Einstein insanlığın düşünce dünyasını derinden sarsmış, tarihe geçmiş biridir. Bilimsel yönden bakıldığında tek başına bu kadar önemli ve büyük teoriler ortaya koyması, onu antik zamanların büyük bilim adamlarına yaklaştırmaktadır. Fakat insan olarak siyasi, felsefi ve dini konularda konuşmaktan çekinmeyen, tepki aldığında bile sesini kısmamış biri olarak tarihe geçmiştir.

Mıchelangelo

Mıchelangelo

Hoşuma giderdi uyumak ve dahası taş olmak
Utanç ve onursuzluk yok olana dek
Artık tek arzum görmemek ve hissetmemek

Usulca konuş yalvarırım uyandırma beni

                                   Michelangelo Buonarroti


Michelangelo Buonarroti, Rönesans’ı oluşturanlardan ve bütün zamanların en büyük sanatçılarından biridir. İsmi her zaman şaheser kelimesiyle birlikte anılmıştır.
İlahi her güzelliği yansıtan eserleri insan varlığının ne ölçüde derin olabileceğinin kanıtıdır. Ancak Michelangelo’nun doğduğu ortamda sanat ancak himaye altında yapılabiliyordu. Bu nedenle yaşamı Roma Papalığı ve Medici Ailesi’nin çekişme ve aşırı istekleri arasında geçmiştir. Yaşarken değeri anlaşılmış nadir sanatçılardan biri olsa da bu durum kişisel yaşamını kaçınılmaz bir biçimde etkilemiştir. 
Beş erkek çocuktan ikincisiydi ve 6 Mart 1475’te Toscana’da Caprese köyünde doğmuştu. Ama bütün yaşamı boyunca kendisini bir Floransa çocuğu olarak saymıştı.  Michelangelo’nun annesi ağır hasta idi. Taş kesicisi olarak çalışan ailesinde o, annesine bakmakla görevliydi.
Çekicin ve keskinin zanaatını annemin sütüyle birlikte emdim. Babama sanatçı olmak istediğimi söylediğimde öfkeye kapılmış ve sanatçıların ayakkabıcılar gibi işçi olduklarını söylemişti.

Annesi, Michelangelo altı yaşındayken öldü. Ancak bu olayın öncesinde de hayatı zalimce ve sevgiden yoksun geçmişti. Suskun ve hassas bir çocuktu. Zekasını fark eden babası onu Latince eğitimi yapan bir okula gönderdi.  Resim öğrenen ondan yaşça büyük bir okul arkadaşı vasıtasıyla bu sanatla tanıştı. 13 yaşında, babası tarafından ressam Domenico Ghirladaio’nun atölyesine yerleştirildi. Bir yıl sonra Medici bahçelerindeki heykel okulunda Muhteşem Lorenzo Medici’nin ailesi ile temas kurdu. Bu dönemde on altı yaşındayken verdiği eserlerden daha o yaşta kişisel bir tarz geliştirmiş olduğu görülebilir. Bu ailenin vasıtasıyla dönemin hümanistleriyle tanıştı ve kültürünün temelini oluşturan Platon öğretisini benimsedi.
Daha on altı yaşındayken zihnim bir savaş alanıydı.
Michelangelo’nun antik pagan dünyaya olan aşkı ve Hristiyan inancı birbiriyle mücadele ediyordu.
1492 yılında koruyucusu Lorenzo öldüğünde Floransa’ya gitti.
San Marco’da kaldığı yıllarda Michelangelo insan anatomisi çalışmalarına başladı. Ahşap bir İsa’nın çarmıha gerilmesi tasviri karşılığında baş rahip Niccolo Bichiellini’den ölü bedenleri inceleme izni aldı. Ancak cesetlerle olan çalışmaları sağlığını bozdu ve sürekli çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı.
Muhteşem Lorenzo’nun oğlu Piero’nun tutarsız yönetimi sırasında (Medici ailesi daha sonra Floransa’dan kovulmuştur) Michelangelo Venedik’e bir yolculuk yapmış ve sonra Francesco Aldrovandi’nin misafiri olarak 1495’e kadar kaldığı Bologna’ya gitmiştir. Burada Peder Girolamo Savonarola kıyamet imgeleriyle Michelangelo’yu etkilemiş ve ileride oluşacak trajik insan yoğunluğu tarzıyla bütünleşecek izler bırakmıştır.
Michelangelo’nun, hala konulduğu ilk yer olan Aziz Peter Bazilikası’nda duran mermer Pieta’yı yapışı aynı zamana denk düşmektedir. Bu eserde Hz. İsa’nın ölü bedeni Meryem’in kucağında görüntülenmiştir; ancak Meryem’in ifadesi acı değil bir boyun eğiş gibidir. Eser tamamlanıp Aziz Peter’de sergilenmeye başladıktan birkaç gün sonra Michelangelo’nun bir rakibi tarafından yapılmış olduğu dedikodusu yayılmıştır. Bunun üzerine Michelangelo gidip eserinin üzerine “Michelangelo Buonarrotti tarafından yapılmıştır” yazısını kazımıştır. Sonradan bunun kibirli bir hareket olduğuna karar verdiğinden Pieta onun tek imzalı yapıtı olarak kalmıştır.
Ne kadar iyi bir şekilde mermerle çalışsa da bir sanatçı ya da heykeltıraşın, Michelangelo’nun gösterdiği beceriyle mermeri kesmesi ve cilalaması mümkün değildir.  Çünkü Pieta heykel sanatının bütün imkan ve gücünün ortaya çıkışıdır. Birçok güzel yan arasında İsa’nın kendisinde en yüksek ifadesini bulmuştur. Bu kadar büyük sanatsal ustalıkla yapılmış ve böylesine özellikleri bir araya getirmiş bir bedene ya da daha fazla kas ve damar ayrıntılarına, iskeletin üzerinde gerilmiş sinirlere ya da daha ölümcül bir bedene rastlamak olanaksızdır. Başın ifadesi, eklemlerdeki uyumluluk, bacaklar, gövde ve damar izleri, tümü o kadar eşsizdir ki bir sanatçının ellerinin bu ilhamı ve hayran olunacak işi bu kadar kısa zamanda ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkartması inanılması güç bir şeydir. Doğanın insan etiyle nadiren yaratabildiği mükemmelliği şekilsiz bir taş kütlesine aktarabilmesi kesinlikle mucizedir.
                                                                                                                                                                    Giorgo Vasari, Lives of Artist
 1501 senesinde Michelangelo bir Davud heykeli yapmakla görevlendirilir. Michelangelo’nun erken döneminin en büyük eseri mermerden dev Davud heykelidir. Bu kahraman ruhsal gücün fiziksel güçten daha etkili olabileceğini kanıtlıyordu. Bu genç çobanın İsrail’in düşmanlarını alt etmek için sahip olduğu tek silahı bir sapan idi. (Karakter bu sapan sayesinde tanınmaktadır) Heykel bu esnada zor bir dönem geçiren ve sert önlemlere hazır olması gereken Floransa Halkı’na da bir mesaj niteliği taşır.
Michelangelo Davud’u atletik bir vücuda sahip ve savaşa hazır bir biçimde elinde taş tutarken betimlemiştir. Bu eser o zamanlar yeni ilan edilmiş olan cumhuriyete adanmıştı ve yurttaşlarına sorumluluklarını ve görevlerini hatırlatır nitelikteydi.
Michelangelo’nun günlüğünden:
Floransa’ya döndüğümde artık meşhur olmuştum. Şehir Meclisi benden 5.8 metrelik mermer bloktan, dev bir Davud heykeli yapmamı istedi. Katedralin arkasındaki bir atölyeye kendimi kilitledim ve üç sene boyunca o yüksek mermer ile çalıştım.  Bir meslektaşlar grubunun istememesine rağmen Cumhuriyetimizin bir simgesi olarak Vecchi Meydanı’nda durmasında ısrar ettim. Kabul edildi. Taklar yıkıldı, sokaklar genişletildi… Kırk adam beş gün boyunca çalıştı. Bütün Floransa şaşırmıştı.  Bir kahraman uyarıyordu Floransa’yı: Her kim yönetirse adaletle yönetsin, cesaretle korusun. Heykelin gözleri tetikte..bir boğanın boynu…bir katilin elleri…bedeni enerji dolu. Saldırmaya hazır duruşta.
Michelangelo 1508’te 2. Julius tarafından Roma’ya geri çağırıldı. Ona yeni bir iş verilmişti. Sistin Kilisesi’nin tavanına
çizilecek yirmi havari figürü ve diğer süslemeleri. Kendini hep bir heykeltıraş olarak değerlendiren Michelangelo, şimdi fresk sanatını öğrenmek durumundaydı. İlk önce bu görevi reddetmeyi denedi ama çabaları boşa çıktı. Ancak şaheserin gerçekleştirmesi sırasında uyanan gizemli sevgi sonradan meyvesini verecekti. 2. Julius, Michelangelo’nun düş gücünden etkilendi ve planlar değişti. 1512 Ekimi’nde Michelangelo Sistin Kilisesi’nin tavanına üç yüz figür çizmişti. Çalışmanın başında bazı asistanları kabul etmişti; ama sonradan çalışmayı istediği gibi yapamadıklarından yalnız devam etmeye karar verdi. O kadar uzun zaman tavanda çalışma yapıyordu ki aşağı baktığı zamanki görme duyusu iyice azalmıştı. Bir yazı okuması gerektiğinde kafasının üzerinde tutarak okuyabiliyordu. Eserine karşı olan duyguları yüzünden Papa dışında hiç kimsenin onu bitmeden  görmesine izin vermiyordu. Ancak Papa eseri çabuk bitirmesi için sürekli ısrar ediyor ve yapı iskeletine çıkıp fresklerin gelişimini kontrol ediyordu.  Sanatçının üzerindeki baskı o kadar ağırdı ki, eseri 1511 Ağustosu’nda tahmin edilenden önce bitirdi.
Bu çalışma, zamanın sanatçıları üzerinde büyük etki bırakmıştır. Özellikle kendi çalışmalarını yakın bir yerde sürdüren Raphael kendi tarzında çeşitli değişiklikler yapmıştır. Bu iş fiziksel ve duygusal açıdan Michelangelo için tam bir işkence olmuştur:
Dört işkence senesinden, dört yüzden fazla gerçeğinden büyük figürden sonra kendimi Jeremiah kadar yorgun ve yaşlı hissediyordum. Sadece otuz yedi yaşındaydım ama arkadaşlarım yaşlı bir adama döndüğümden beni tanıyamıyorlardı.                                                      
Dört sene içinde Michelangelo, Sistin Kilisesinin tavanına tüm zamanların en güzel resimlerini yapmıştı. Çalışma, Yaratılış Kitabı’ndan (Book of Genesis) Tanrının karanlığı aydınlıktan ayırması tasviriyle başlayan, Adem ve Havva’nın yaratılışı, Günaha Çağrı, Adem ve Havva’nın düşüşü ve Tufan’ı içeren dokuz sahne içeriyordu. Bu merkezi figürleri peygamber ve kahinler  çevrelemekteydiler.
Michelangelo, Sistin Kilisesi’nin tavanının figürleri işinden önce 2.Julius’un Mezarı için görevlendirilmişti. Kaynak sorunu yüzünden Papa bu işin ertelenmesini emretmişti. Sistin Kilisesi bittiğinde önceden planlanmış olandan daha basit bir planla işe girişti. Diğer heykellerin yanı sıra mezarda, hükümdarın on generaliyle heykelini yapmıştır.
Floransa’da kaldığı dönemde Michelangelo 1519 ve 1534 yılları arasında Medici mezarının heykellerini yapma görevine kabul edildi. Medici mezarı tamamen farklı bir biçimde yapıldı. Daha önce kendisinin de Julius’un mezarı için kullanmış olduğu bütün Floransa mezarlarını süsleyen arabesk tarz kullanılmadı. Hiçbir aksesuar şekil kullanmadı; heykeller sadece kendi ruhunu ifade etmekteydiler.
Michelangelo’dan önce sanatçılar mezarlara hep Hıristiyan simgeleri kazırlardı. Michelangelo bu geleneği terk etti. Yerine kullandığı figürler insancıl figürlerdi. Heykellere şafak, alacakaranlık, gündüz ve gece gibi isimler vermiştir ve bu heykeller acı çeken insanlığı simgelemekteydi.
Floransa’yı bir daha dönmemek üzere terk ettikten sonra Papa 7. Clement tarafından Sistin Kilisesi’ne Son Yargı’nın freskini yapmakla görevlendirildi. Eserin konusu o zamanki Reform hareketiyle ilgilidir. Son Yargı, insanlığı kurtuluşun eşiğinde betimler.
1541 senesinde tamamlanan Son Yargı, Rönesans’ın en büyük freskidir. İsa bir gök gürültüsüyle kaçınılmaz ayrılmayı gerçekleştirir; kurtulanlar resmin sağ tarafında yükselirken, lanetliler ise Dante tarzı bir cehenneme batarlar. Bütün figürlerin orijinal olarak çıplak çizilmesine rağmen on yıl kadar sonra kültürel hava muhafazakarlaşmaya başladığında başka bir sanatçı tarafından elbiseler eklenmiştir.
Yetmiş yaşlarında ve pek de sağlıklı değilken mermerle çalışırken onu gördüm. Çok sert bir mermer bloğunu öylesine yontmaktaydı ki üç genç mermer işçisi üç kat zamanda onun yaptığını ancak yapabilirlerdi. Taşa öylesine bir enerjiyle vuruyordu ki bloğun parçalara ayrılacağını zannederdiniz. Tek bir darbede üç dört parmak kalınlığında parçaları uçuruyordu. Belirlenmiş bir derinliğe öyle kesinlikle bir giriş yapıyordu ki bütün taş kullanılmaz hale gelecek sanırdınız.
                                                                                                                                                                            Blaise de Vigenre
Tamamını iletmediğim heykel ve fresk çalışmalarına ek olarak, hayatının son yirmi yılında Michelangelo mimariyle de ilgilenmiştir. Bir kısmı yarım kalan düzenlemeler ve yapılar için planlar yapmıştır.
Yaşamı sırasında Michelangelo, prenslere, papalara, kardinallere ve şairlere yakın oldu. Yüksek dünyasını birçok sanatın yanı sıra şiirle de dile getirmiştir. Şiirlerinin çoğu yüklendiği işler ve Yeni Eflatuncu Felsefe konularındadır.
Hem tekniğiyle, hem de kutsalı ifade eden orijinal tarzıyla birçok meslektaşını etkiledi. Rönesans’ın temel taşlarından biri olan Michelangelo Buonarroti, büyük ruhunun yansıması olan eserlerini insanlığa bıraktı.
Yaşamımın rotası fırtınalı denizlerden geçerek, hepimizin geçmiş eylemlerimiz için hesap vermek zorunda kalacağı ana limana, kırılgan botuyla ulaştı. Beni kucaklamak için kollarını açmış olan Kutsal Aşk’a yüzünü dönmüş ruhumu artık ne bir resim ne de bir heykel, sakinleştirebilir.
                                                                                                                                                                                          Michelangelo